1960 yılında Isparta’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini memleketi olan Kahramanmaraş’ta, yüksek öğrenimini Ankara’da, Gazi Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi Elektrik Bölümünde yaptı. O zamanki adı Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) K. Maraş İl Müdürlüğü’nde mühendis olarak göreve başladı. Mühendis, başmühendis ve müessese müdür yardımcılığı görevlerini yaptı. 1999 yılında TEDAŞ Genel Müdürlüğünde Şube Müdürlüğü yaptı. Temmuz 2017’de emekli oldu.
Kahramanmaraş Türk Ocağı Şubesinin kuruluşundan itibaren; yönetim kurulu üyeliği, sekreterlik, başkan yardımcılığı ve iki dönem başkanlık yapmıştır. 1995 Genel seçimlerinde MHP’den milletvekili adayı olmuştur. Türkiye Kamu Sen’in kuruluşunda ilk şube başkanlarındandır. Ankara’da çalışmaya başladıktan sonra Türk Enerji Sen Genel Merkez Yönetim Kurulunda çalışmıştır.
1985-87 arasında askerlik görevini yapmıştır.
Millî Düşünce Merkezi (MDM) Yönetim Kurulu üyesidir ve internet sitesinde yazıları yayınlanmaktadır.
Evlidir. Biri kız diğeri erkek iki çocuğu vardır.
İletişim:uhakanpaksoy@gmail.com
Bu yazı yayınlandığında Türk milleti tarihinin en önemli seçimleri olan 24 Haziran seçimlerinin ilk turu gerçekleşmiş olacak. İlk tur çünkü bütün tahminler Cumhurbaşkanı seçiminin ikinci tura kalacağı yönünde. Yazının yayımlanacağı gazete de seçimden sonra okuyucunun elinde olacak. Dolayısıyla seçime ilişkin bir şeyler yazmak mümkün değildi ancak devletimizin içine düşürüldüğü durum çok sıkıntılı.
Türk kamuoyunun gündemi seçim olsa da, sistem değişikliğinin ve yaşananların Türk devlet ve milletin hayatına etkisi ile geleceğimize dair işaretlerin değerlendirilmesi de son derece hayatidir.
16 Nisan (2017) referandumu ile Türkiye yeni bir hükümet sistemine geçti. Bu kadar büyük bir değişikliğin, hem hukuka aykırı bir şekilde verilen tartışmalı bir içtihatla elde edilen hem de %51 gibi kıl payı bir sonuçla geçmiş olması sıkıntıyı artırıyordu. Ayrıca %92 gibi bir sonuçla kabul edilmiş olsa da darbe anayasası denilerek felsefi olarak reddedilen 82 Anayasası’na bakarak OHAL altında böyle bir oran ve tartışma daha da önem kazanıyor. Bu yaşanmışlıkların gelecekte çok ama çok tartışılacağına dair düşüncelerimi muhafaza etmekle birlikte, hızla akıp giden zaman içinde tarihe kayıt düşmek için bir takım değerlendirmeler önem arz etmektedir.
Bu seçimlerin Türk milletin devlet anlayışında yol açtığı ağır travmalar ve bu darbelerin kalıcı etkileri üzerinde çok büyük hassasiyetle durmak geleceğimiz açısından elzemdir. Üniversitelerin ve ilim adamlarının derhal bu konuya eğilmeleri gerekmektedir.
Oynanan çelik çomak değildi
Bu seçim sürecinde Türk milletinin iki kampa ayrıldığı ve bu ayrılığın daha da keskinleştirildiği görülmektedir. Aday olan, mevcut devleti temsil makamlarına da dâhil, en ağır hakaretler havada uçuşmaktadır. Artık normal dille konuşulmaz hale gelmiştir.
Sorumluluk sahiplerinin yıllardan beri kullandığı üslup, tercih ettiği dil ile zaten zihin ve ideolojik dünyasında var olan “öteki” düşüncesi bu kutuplaşmanın başat unsurlarıydı. Ayrıca Türk millî kimliğine karşı olarak yetişmiş bir zihin dünyası da bu sürecin lokomotif gücüydü.
Devlet “şirket” gibi yönetilmeliydi, anlayış buydu. Galiba bu düşüncenin temelinde, devleti belediye gibi yönetmek inancı vardı. Çünkü kendilerinin seçim sürecinde savundukları “devlet yönetimi tecrübe ister” şeklindeki tezlerinin temelinde, tecrübeleri dört yıldan daha az olan belediyecilikten başka, devletle ilişki yaşanmamıştı.
Elbette belediye, hem de ülke nüfusunun yaklaşık %20’sinin yaşadığı bir şehrin yönetimi çok önemliydi. Doğrusu son 25 -30 yılımızda gelişen ve genel adına BİT (Belediye İktisadi Teşekkülü) denilen şirketlerle yönetmek, devlete şirket gibi bakmanın temelini oluşturuyordu. Ancak unutulan ya da bilinmeyen veya gözden kaçırılan bir husus vardı. Belediyelerin faaliyetleri Türk devletinin denetimindeydi. Daha da önemlisi Türkiye Cumhuriyeti ve Devlet Hazinesi bütün sorumluluklarına karşı, garanti olarak belediyelerin arkasında durmaktaydı. Yani birkaç büyük şehrin, özellikle Ankara ve İstanbul’un borçlanma ihtiyacına karşı, TC Hazinesi garantisi olmadan hareket etmesi mümkün değildi. Tıpkı bir babanın fark ettirmeden çocuklarının arkasında durmasına benzer bir durum söz konusuydu. Devlet babaydı ya… Tabii çok büyük hata yapan yani yasalara uygun davranmayan belediye başkanlarına el çektirme gücü de bu şirketin(!) sağlıklı çalışmasını sağlayan denge unsuruydu da.
Bu tecrübe ile devletin kaptan köşküne geçildi. Fakat galiba farkına varmadıkları bir şey oldu. Artık baba pozisyonunu yönetmek, yani şirketin(!) arkasında durmak onların görevi haline gelmişti. Başka bir deyişle artık “Ben her şeyi yapabilirim. Nasıl olsa bir dayanağım var, onlar bunu halleder.” rahatlığı sona ermişti. Artık değişim ya seçimle ya da Allah korusun kavgayla olabilirdi. Ki bununla da karşılaştık. Ama bedeli çok ağır olmakla ve halen sıkıntıları yaşanmakla birlikte çok şükür ki atlatıldı.
Belki ilk yola çıkışta var olan ekibin içindeki devlet tecrübesine sahip olanların ama daha fazla Türk devlet mekanizmasının sağlamlığı ile nispeten kazasız devam edildi. Fakat zaman geçtikçe denge mekanizmaları ile oynandı. Devlet çarkı bir dişliler manzumesi iken ve eksiklerine rağmen işlerken her bir dişli ayrı ayrı ve birçok defa düzenlemeye tabi tutuldu. Hem de buna reform denildi. Fakat iktidar değişmemekle birlikte bu reformlar hep yapıldı. Mesela sadece Milli Eğitim’de, 16 yıllık tek parti döneminde, 10’a yakın reform yapıldı. Mesela yıl içinde liselere giriş ve üniversiteye giriş sınavları (birbirinden bağımsız) değişti. Başvuru esnasında ilan edilen kurallar alt üst edildi. Kendilerinin ifadesi ile maç oynanırken penaltı kuralı değiştirmek olmazdı… Ama oldu.
Şartların olgunlaşması mı sağlanıyor(du)?
Bütün bunlar ideolojik bir hedefin stratejik hamleleriydi. Fırsat buldukça yapılıyordu. 27 Nisan (2007) muhtırasından sonraki anayasa değişikliği de bunlardan birisiydi. Bir anlık meydan okuma gibi görülen ama kanaatimizce stratejik bir hedefe ulaşmak için yapılan ancak sosyolojik gerçeklerle karşılaşınca büyük bir bozulma ile sonuçlanan hamle olarak tarihe geçmiştir.
Bu konu da daha önce kaleme aldığımız yazımızda*:
“10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı öncelikle, 12. Cumhurbaşkanı ilk defa millet tarafından seçilecektir. Hafızalar yoklandığında, 27 Nisan’dan sonra çıkan 367 krizinde Başbakanın (şimdiki Cumhurbaşkanı) ‘madem böyle diyorsunuz, o halde hodri meydan, Cumhurbaşkanını halk seçsin’ demesiyle hiçbir hazırlık yapılmadan, altyapısı hazırlanmadan sistem değiştirilmiştir.
…
10 Ağustos seçimleri, Cumhurbaşkanının Türk milletine fiili başkanlık yapacağı bir sonuç getirdiğinde, Türkiye Cumhuriyeti, devlet olarak tercih ettiği sistemin dışına çıkan, yazılı kuralları ile fiili durumun birbirine örtüşmediği, hatta bu durumu tercih etmiş devlet halini alacaktır.
Sistemini değiştirmeden böyle bir yöntemi tercih ederek devleti değiştirmek ve milletin hayatını yönlendirmek büyük bir tehlikeyi de beraberinde taşımaktadır.
Öncelikle bu durum bir kaos yaratabilir ve hiçbir devlet ve millet böyle bir süreci taşıyamaz. Kaosun sonu kargaşa ve bilinmezliktir.”
Değerlendirmeleri yapılmıştı.
Bu süreçte “kuralları ile fiili durumun birbirine örtüşmemesi” üzerine yeni bir anayasa değişikliği (16 Nisan 2017) ile yasalar fiili duruma uygun hale getirildi.
Türk milletini tanımadan dolayısıyla sosyolojik sonuçlarını hesap etmeden, sadece kendi inandıkları ve daha da önemlisi doğru sandıkları yanlışlarla atılan adımların sonuçları bugün karşımıza çıkmıştır.
Başka bir olgunlaş(tır)ma da Suruç mu?
Gergin olan seçim sürecinde 14 Haziran’da Suruç çok önemli bir olaya ev sahipliği yaptı. Olayın planlı olmadığı muhakkaktı ama Türkiye’nin siyasi ve sosyolojik gerginliğini artıracak gelişmeler yaşandı. Ölüm haberlerinin basına düşmesinden sonra, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı adayı Erdoğan, ramazan ayının son iftar yemeğinde ve bayram namazı çıkışında yaptığı açıklamada, “Milletvekilimizin abisi, terör örgütü PKK- HDP tarafından öldürüldü.” açıklaması yaptı. Bu açıklamaları Başbakan ve İçişleri Bakanı’nın benzeri sözleri takip etti. Medyada yer alan haberler de farklı değildi.
Elbette HDP ile PKK arasındaki bağ bütün dünya tarafından biliniyordu. İktidar, bölücübaşı ile İmralı cezaevinde yapılan müzakerelerden dolayı çok uyarıldı ama özellikle sorumluluk sahiplerinin bu uyarılara aldırmadan bildiğini yaptığı da aşikârdı.
Bu müzakereler devam ederken, 2013 Haziranında bölücübaşı tarafından kurdurulmuş olan Halkların Demokratik Partisi (HDP)’nin Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ile Figen Yüksekdağ oldu. Barış ve Demokrasi Partisi (BDP)’nin milletvekilleri HDP’ye geçti ve ardından 11 Temmuz 2014 tarihinde yaptığı 3. Olağan Kongresi ile adını değiştirerek Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) adını aldı. Biraz karışık gibi görünmekle birlikte, bir planın tıkır tıkır işlediği de iktidarın bunu bildiği de aşikârdı.
Görülen o ki partiler, planladıkları “yeni Türkiye”nin yapısına uygun kurulmuştu(!) Birisi ”Halkların yani Türk ve Kürt halklarının(!)” diğeri de “Bölgelerin(!)” partileriydiler.
***
Siyasi Partiler Yasası’nın (SPY) Siyasi partiler;
M 78 - b) Bölge, ırk, belli kişi, aile, zümre veya cemaat, din, mezhep veya tarikat esaslarına dayanamaz veya adlarını kullanamazlar.
M 80 - Türkiye Cumhuriyetinin dayandığı devletin tekliği ilkesini değiştirmek amacını güdemezler ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar.
M 81 - a) Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde milli veya dini kültür veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler.
b) Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler ve bu yolda faaliyette bulunamazlar
M 82 - Bölünmez bir bütün olan ülkede, bölgecilik veya ırkçılık amacını güdemezler ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar.
Hükümlerine açıkça ve kesin bir aykırılık söz konusuydu.
12 Eylül 2010 Anayasa değişikliği ile dikensiz gül bahçesi haline getirilen Türk hukukunun yetkili organları ve makamları hiç kıpırdamadılar. Açık olarak yasalara aykırı bir şekilde kurulan ve amacı çok ama çok açık bu partilerin için hiçbir şey yapılmadı. Artık siyasi angajmanla hareket ediliyordu.
‘Siyasi partiler, demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır’ (Anayasa M 68) ve devletin işlemesinde çok önemli araçlardı. Devletin ve milletin temel değerlerine aykırı işler yapılıyor ve yasalar yokmuş gibi davranılıyordu.
Aslında bütün bunların İmralı’daki müzakereler çerçevesinde geliştiği de aşikârdı. Bu müzakerelere bazen bir bakanın da katıldığı haberleri hiç yalanmadı.
***
Suruç’taki çatışma, Ş. Urfa milletvekili adayı ve akrabaları ile esnaflık yapan kişiler arasındaydı. Milletvekilinin kardeşi ile esnaftan 3 kişi öldü. Milletvekilinin kardeşi ile birlikte bir kişi olay yerinde ölmüştü. İki kişi yaralıydı ve hastanede tedavi altındayken öldürüldüğü haberleri hiç yalanlanmadı.
Ölenlerin, dükkânlarına ziyarete gelen milletvekili adayına “biz HDP’liyiz, bizden size oy yok” dedikleri de basında yer aldı.
Bu partilerin kapatılması için Anayasa ve SPY hükümleri ortadayken, bu partilerin kurulmasına ve faaliyet göstermesine gözlerini kapayanlar, Suruç’ta derhal suçlamalara başlamıştı. Ayrıca bölge halkı, kaç seçimdir bölücü terör örgütünün namlularının tehdidine maruz bırakılmıştı. Açılım politikalarına kurban edilmişlerdi.
Bütün bunlar hadisenin bir yüzüdür ve gereğini yapmayan sorumlular bunun hesabını vermelidirler. Yasalar bu olayda da uygulanmamaktadır. ‘Vatandaşlar, siyasî parti kurma ve usulüne göre partilere girme ve partilerden ayrılma hakkına sahiptir’ (Anayasa M 68) güvencesi altındayken, bu sefer de kapatılmayan bu partiye üye olmakla peşin olarak suçlu ilan edilmektedir.
Adalet mülkün (devletin) temelidir. Temel sarsılmaktadır. Sarsıntı artık dayanılmaz yıkımlara sebep olabilecek raddeye gelmiştir. Yönetilemez hale gelmek üzere olan bir ülke, buna sebep olanlar da dâhil, hiçbir iktidarın işine yaramayacaktır.
*Bu satırların yer aldığı yazımız http://millidusunce.com/tuerk-mllet-slam-uemmet-ve-cumhurbakanlii-secmler/ adresinde yayımlanmıştır. İlgilenenler buradan bakabilirler.