Mehmet Hayati ÖZKAYA, 1959’da Van’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Adana’da, yükseköğrenimini Eskişehir’de tamamladı. 1982 yılından itibaren çeşitli liselerde edebiyat öğretmeni ve idareci olarak çalıştı. 1993-1995 yıllarında İtalya’nın Trieste şehrinde Yabancı Diller Enstitüsü’nde Türkçe okutmanlığı yaptı. Evli ve iki çocuk babası olan Özkaya’nın Kıssa-i Aşk, P.K 546- İdealist Bir Neslin Hikâyesi- ve Ateşi Yeniden Yakmak adlı kitapları vardır.
İletişim:m.h.ozkaya@hotmail.com
Osmanlı devletinin 32. Padişahı Sultan Abdülaziz’in Münşi Kenan Bey adlı meşhur başkâtibi bir gün, Babıâli’den evine giderken, sokaktan bir gazete satıcısının sesi duyulur:
“Terakkî … Terakkî… Beş paraya Terakkî!”(1)
Kenan Bey yanındaki arkadaşına fısıldar: “Ne tedennidir ki terakkî satılır beş paraya!”(2)
İşte İstanbul’da “Terakki”nin beş paraya satıldığı bir dönemde Fransa İmparatoru III. Napolyon, Milletlerarası Paris Sanayi Sergisi’nin açılışı münasebetiyle Sultan Abdülaziz’i Fransa’ya davet eder. Bu sırada İngiliz Kraliçesi Victoria da padişahı Londra’ya davet edince Abdülaziz her iki daveti de kabul edip yola çıkar. Böylece Osmanlı tarihinde yabancı ülkelere seyahate çıkan yegâne padişah ve Hıristiyan dünyasına dost olarak giden ilk halife Abdülaziz olur.
Bu seyahat padişahın her ne kadar aldığı davete icabet etmesi gibi görünse de altında yatan sebeplerden biri ve en önemlisi de Osmanlı Devletinin hâkimiyetindeki Balkanlarda, Sırbistan, Karadağ, Hersek, Bulgaristan gibi topraklarda yükselen bir dizi ayrılıkçı hareketlerle ortaya çıkan Girit bunalımıdır. Kısacası bu seyahatteki amaç, sadece bir seyyah gibi başka ülkeleri gezip görmek, incelemek değil, aynı zamanda Balkanlardaki iç gerginlikler karşısında yeni bir Rus müdahalesine engel olmak, Rumeli’deki huzursuzluğu ortadan kaldırmak ve bu durumu Osmanlı Devleti lehine sonuçlandırmak için Avrupalı yöneticilerle yüz yüze müzakere etmektir.
Sultan Abdülaziz’in 21 Haziran 1867’de başlayan, 7 Ağustos 1867’de biten seyahatine Veliaht Murad Efendi (V. Murad), Şehzade Abdülhamid Efendi (II. Abdülhamid)ile kalabalık bir heyet iştirak eder. Bu heyetin içinde bizim bugünkü yazımızın mihenk taşı olan nüktesi, zarafeti, zekâsı, kibarlığı ve hazırcevaplığı ile Batının ve Doğunun adından en çok bahsedilen devlet adamlarından biri eski sadrazam, Hâriciye Nâzırı Keçecizade Fuad Paşa da vardır.
Bu ziyaret esnasında Fransa İmparatoru III. Napolyon, Girit‘in Yunanistan’a verilmesi için Sultan Aziz’e telkinlerde bulunursa da istediği cevabı alamaz. Ancak pek de rahat duramaz, aradan geçen birkaç gün sonra aynı konuyu gündeme getirip Hariciye Nazırı Fuad Paşa’ya yarı şaka yarı ciddî sorar:
“Paşa, Girit adasını kaça satarsınız?”
Bu soruya Fuat Paşa’nın verdiği tarihi cevabı bilirsiniz:
“Kâr istemeyiz Haşmetmeâp, aldığımız fiyata satarız.”
Bu cevapla, üç yüz yıl hâkimiyetimizde kalan Girit in yirmi beş yıl süren savaşlardan sonra ancak Osmanlı devletinin bir eyaleti olduğunu keşfeden imparator, böylece Hanya’yı(3) da Konya’yı da öğrenmiş olur.
Neyse bu, gidişi de dönüşü de çok meşhur olan ve kırk yedi gün süren seyahatten çıkardığımız asıl derse gelelim:
37 yaşındaki padişah Sultan Aziz, gezip gördüğü yerlerden oldukça etkilenerek Fuad Paşa’ya sorar:
“Paşa, Frenklerin(4) bizden bu kadar ileri olmalarının sebebi nedir?”
İşte asırlardır kafamızı kurcalayan bu soruya 153 yıl önce verilen cevap:
“Haşmetmeâp… Memâlik-i Şâhaneniz Avrupa’nın sahip olduğu zenginliklerden kat kat üstündür. Türkiye halkı daha zeki, daha vefakâr, sabırlı, mert ve meziyetlere sahiptir. Yalnız bizim halkımız maariften mahrumdur, ümmîdir, çalışma imkânı bulamıyor, imar ve umran mahrumuyuz. Bunlardan kurtulabilmek için takip edilecek en doğru yol ancak meşveretle, tebaa-ı şâhaneleri içinden en lâyık olanlardan bir meclis halinde toplayıp onlara salahiyet ve mesuliyet vermekle olur. Avrupa’nın terakkîsi memleket içindeki idare tarzı ne olursa olsun esasında bu temelden ilham almasında ve ilim irfana kıymet vermesindendir. İlk yapılacak şey bütçe muvâzenesi ve israfın men edilmesidir. Devlet imar ve ıslahata ancak bu suretle muktedir olabilir.”(5)
O gün pâyitahta yaklaşırken Çanakkale önlerinde Fuad Paşa’nın verdiği bu cevap, keşke devleti idare edenler tarafından vazgeçilmez bir ilkeye dönüştürülseydi de ufkumuzda yeni bir anlayışın uçsuz bucaksız penceresi açılsaydı. Açılsaydı da bizler bugün hâlâ aynı soruları sorup cevap bulmak peşinde koşmasaydık.
İşte, 1999 Gölcük depreminden hiç ders almadığımızı bize yeniden hatırlatan İzmir depremi ve sonrası yaşananlar ya da bu yaz mevsiminde temmuzda, ağustosta Rize’de, Giresun’da meydana gelen sel felaketleri…
Sonuç: “AFAD”lık meseleler ne yazık ki hâlâ yerli yerinde durmakta, devlet ricali ise lafla peynir gemisi yürütmeye çalışmakta. Bizlerse göklerden yağana rahmet, rüzgârın fırtınanın götürdüklerine ilahî süpürge, depremin binalarda yaptıklarına kontrol mühendisliği diyerek kendimizi rahatlatmaktayız.
Oysa Fuad Paşa 153 yıl önce çareyi söylemiş. Ziya Paşa da bir darb-ı mesel gibi meşhur beytini hafızalarımıza nakşetmişti:
Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslâmı bütün viraneler gördüm
(1) Terakkî: Gelişme, ilerleme, yükselme.
(2) Tedenni: Gerileme, alçalma, düşüş
(3) Hanya: Girit adasında bir şehrin adı
(4) Frenk: Avrupalı
(5) Cemal KUTAY, Avrupa’da Sultan Aziz, İst. 1970, Sile Matbaası, s. 126