Mehmet Hayati ÖZKAYA, 1959’da Van’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Adana’da, yükseköğrenimini Eskişehir’de tamamladı. 1982 yılından itibaren çeşitli liselerde edebiyat öğretmeni ve idareci olarak çalıştı. 1993-1995 yıllarında İtalya’nın Trieste şehrinde Yabancı Diller Enstitüsü’nde Türkçe okutmanlığı yaptı. Evli ve iki çocuk babası olan Özkaya’nın Kıssa-i Aşk, P.K 546- İdealist Bir Neslin Hikâyesi- ve Ateşi Yeniden Yakmak adlı kitapları vardır.
İletişim:m.h.ozkaya@hotmail.com
Yunus Emre “Ben dost yüzün görmez isem bu gözlerim nemdir benim.” der. Farsça menşeli olan “dost”a dilimiz ve gönlümüz öylesine dost olmuştur ki yüz yıllardır, onsuz yaşamanın yaşamak olmadığına karar vermişiz.
Bazen “Dost ararsan Allah yeter” diyerek tasavvuf erbabınca yüce yaratıcıya ulaşmanın gayretiyle yola çıkmışız; bazen Âşık Veysel misali “Dost dost diye nicesine sarıldım / Benim sadık yârim kara topraktır” demişiz. Bazen de “Beyhude dolandım, boşa yoruldum” dememek için bu dünyada kendimize bir dost, bir ahbap, bir arkadaş, bir yâren bulmanın zevkini tatmışız. Öyle zamanlar olmuş ki “Allah dostların eksiliğini vermesin” diyerek dostun, dostluğun ne kadar önemli olduğunu vurgulamış; sonra da Kutadgu Bilig’den günümüze ulaşan “öz asġı tiler dostḳa birme köŋül” (kendi çıkarını kollayan dosta gönül verme) diyerek dostun nasıl olması gerektiğini anlamaya, anlatmaya çalışmışız…
Saadettin Yıldız da Hasret Damları- Mensûreler- adlı kitabında şöyle der: “Ben hep dostlarımla yaşadım.” Sonra da kelimelerle el ele verip bir su olup akar taşa, toprağa, çiçeğe… Bulut olur arşa çıkar, damla damla damla yağmak için dağa, bayıra, ormana… Yürekten gönülden seslenir, iklimlerin ötesinden iklimlerin ötesine, vatandan vatana… Ve sonra der ki:
“Gönlüm katılaşmasın, gözümün pınarı kurumasın diye ırmaklar gibi yürümek istedim: Irmak, toprağa can veren bulutu da ilk suyunun süzüldüğü gözeyi, altından kaynadığı kayayı, kendisini yaz kış besleyen çayları ve dereleri de unutmaz. Bulut dosttur, göze, kaya, çay ve dere dost… Su bile okyanuslara kadar uzanacağı halde ilk yumağını sardığı yeri unutmuyor; bulut olup tekrar dönüyor, ilk süzüldüğü dağların tepesine… Ben nasıl unuturum! ...” (1)
Elbette vefalı gönüller dostu da dostluğu da unutmazlar. Zaten Saadettin Yıldız da onun için sarılmıştır hiç yanından ayırmadığı dostuna, kalemine… Bir Türkmen kilimi dokurcasına başlamıştır duygularını düşüncelerini, Türkçemizin o bin bir renkli, o mis gibi kokan, o zarif, o sıcak, o samimi kelimeleriyle örmeye…
Ötüken Neşriyat’ın yayınları arasında yer alan 116 sayfalık bu kitabın önsözden önceki iç sayfasında üç paragraflık küçücük bir açıklama var. Yazar burada: “Bu kitapta yaklaşık kırk yıl içinde yazdığım “dertleşme/dertlenme yazıları” yer alıyor… Onları geniş bir coğrafyada kaleme aldım.” der ve devam eder… “Kalem, kutsal bir emanettir: Ucunu yüreğinize de dimağınıza da batırabilirsiniz. Ben bu yazılarda daha çok yüreğime batırdım kalemi. Okumaya evinden ayrılarak başlayan birinin yürek sızılarını başka nasıl anlatabilirdim!” (2) der…
Kitap beş bölümden oluşur: “Gurbet”, “Ev”, “İçeride”, “Özenmeler” ve “Gidenler”. Önsöz yerine yazarımız, “Denemek, Deneme’yi Denemek” adlı yazısıyla okurlara bir selam verip devam eder yazısına. “Denemek, çok zevkli bir şey. Deneme’yi denemek ise hem zevkli hem de zor.” der. Ardından da sanatkârane bir anlatımla ‘Mensûreler’e geçer. Şiir dilinin zenginliğini nesirle dile getirir. Onun cümlelerinde kelimeler çiçek çiçek açar, kuşlar gibi havalanır. Öyle ki uzak iklimleri ve coğrafyaları kelimelerin mesafeleri kısaltan kudretiyle hemen yanı başınızda bulursunuz… Yazarla birlikte o mekânları yeniden yaşarken kitap âdeta kitap olmaktan uzaklaşır beş katlı otuz dört odalı muhteşem bir konağa dönüşür. Her katta, bölümde, var olmanın mutluluğunu duyar; her bir odada, yazıda, içiniz ısınır, yüreğiniz tutuşmaya başlar… Velhasıl bir dost bağına girip seyran eylemenin zevkini tadarcasına; hatta o zevki yudum yudum içmenin heyecanını duyarcasına, Hasret Damlaları, Mensureler’in kapısını sonuna kadar açarsınız.
Hâşim’in o unutulmaz mısralarını hatırlayıp “ağır ağır çıkacaksın(ız) bu merdivenlerden ” İlk durakta veya ilk molada sanki bir gurbet türküsü ile dolup taşacaksınız. Artık neler duyar, neler hissedersiniz bilemem. Bildiğim bir şey var ki Saadettin Yıldız’ın “Gurbet”i sizi mutlaka can evinizden vuracak ve alıp bir yerlere götürecektir. Nitekim beni, bir zamanlar karalayıp bir kenarda unuttuğum şu mısralarla baş başa bıraktı:
“Hep uzakta kalmışız, gurbet nedir biliriz,
Hasret, sıla dedikçe yangındadır içimiz.”
Kayboldu birer birer dünün derin sırları
Bugüne mahkûm olduk çürüttük asırları…”
Neyse, hızımızı kesmeden, çam sakızı çoban armağanı misali yahut ağzınıza bir parmak bal çalmak babından Hasret Damlaları –Mensureler-e dönelim ve kitabın ilk bölümdeki Gurbet yazılarından birkaçını küçük alıntılarla size takdim edelim. Kitabın diğer bölümlerini ise meraklılarına bırakalım. Ama önce yazarın hayat hikâyesiyle özdeşleşen gurbetin okul çağı gelince başladığını öğretmen olarak devam ettiğini, yazarın kendisiyle yapılan şu mülakattan özetleyerek okuyalım:
“1947 yazında, Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Demirköprü köyünde doğdum. (…) Öğrenime köyümüze yürüyerek üç saat kadar çeken, halamın evli bulunduğu Kazancık köyünde başladım. Üçüncü sınıfı okumak için Bozkurt köyüne gitmem gerekti. Dördüncü ve beşinci sınıfları Sivas şehir merkezindeki Çiçekli İlkokulunda okudum. İlkokul bitince, Sivas Kadı Burhanettin Ortaokuluna kaydoldum. Bir ay kadar okudum. Olmadı, ayrıldım. Bir yıl çiftçilik yaptım… Okuma hevesi içimin bir yerinde saklıydı hep. Ertesi yıl tekrar Sivas’a gittim… Önce yazılı sınavı, sonra sözlüyü kazandım. 1961 yılında Yıldızeli yakınlarındaki Pamukpınar İlköğretmen Okuluna yatılı öğrenci olarak gidim. (Yatılılık yükseköğrenimde de devam eder)
(…) 1971 Ankara Yüksek Öğretmen Okulunu, 1972’de Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türkoloji Bölümünü bitirdim.” (3)
Sonrası akademik basamaklar: Öğretmenlikten profesörlüğe ulaşan bir süreç ve elli yıllık bir çalışma hayatı. Sivas, Ankara, Edirne, Eskişehir, Çanakkale, Türkistan ve Kıbrıs; binlerce öğrenci, çokça makaleler, bildiriler, ona yakın eser… İnce, kibar bir Beyefendi’nin, bir bilim adamının aydınlık ve bereketli ömrü…
Evet, işte size “Gurbet” bölümündeki Hasret Damlaları’ndan küçük bir alıntı:
“Gönül de su gibi akar dosta doğru: Türlü engelleri aşarak önüne engeller çıkarıldıkça yeni bir yol bularak… (…) Ben şimdi, yiğitleri doğranmasın diye atını ‘Ölüm çarkı’nın içine sürüp paramparça olan bir büyük şehidin, Canbolat Bey’in ruhunun dolaştığı diyarda, gökyüzünü arşınlayıp kardeşlerini kurtarmaya koşarken kanatsız kalan yiğidimin kurda kuşa yem olduğu diyarda, Kemal’in yaza yaza eridiği, yaza yaza büyüdüğü diyardayım… Daha yirmi yaşında vatanının toprağına karışan şiir filizinin, Süleyman Uluçamgil’in doyamadığı diyarda. Bir onlara kayıyor yüreğim; bir yuvalarında öylece bıraktığım dostlarımın iklimine… (Girne, s.18)
Saadettin Yıldız Hoca’nın Gurbet’teki yazılarından bir başkası da Batı Ufukları, Türkistan’da kaleme aldığı bu yazının bir yerinde, kendini bir çöl ortasında serapa düşmüş bir yolcu gibi görüp sitem yüklü cümleler kuruyor:
“Hiçbir şair sonsuzluktan, sonsuz ufuktan bu kadar bunalmamıştır. Buradaki sonsuzluğun ne rengi, ne rayihası ne gizli bir musikisi var. Donuk, battal, kıpırtısız, sağır pıhtı hâlinde… ‘Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı’ diyen şair, batı ufuklarına bakıyordu… ‘Garb’ın son ucunu’ bulup hilâli dikmek için asırlarca akın tazeledikleri ufuklara… ‘Yollara Kürşatlar’ın uzandığı’ doğu ufuklarında o heyecan bitmiş; yıllarca zincirlerini kırıp bizimle kucaklaşmaya koşmalarını beklediklerimiz, bizim uğruna binlerce yiğidi feda ettiğimiz hülyanın, rüyanın çok uzaklarında… (Türkistan, s. 20)
Sivaslı olan Saadettin Hoca Sivaslıların yüreklerinin yanık olduğunu söyler. Bunun sebebini de Gurbette Zaman-1 adlı yazısının epigrafında şöyle açıklar:
“Sivas’ta turnalar her biri bir uzak dağın ardına serpilmiş sevgililerin yüreklerini oynatan garip, deruni, esrarlı ve mazlum feryatlarla, katar katar boyunlarını mücessem bir teslimiyetle ufuklara uzatarak uçup giderken, gurbet duygusunu ince ince serperlerdi yüreklere…”
Yüreklere serpilen ve onu bir yangın yerine çeviren gurbetin bir de için için yaşanması gereken bir zamana ihtiyacı vardı. Onu da hocamız şöyle açıklar:
“Gurbet zamanın öbür yüzünün aydınlandığı yer. Sözlükler ne derse desin, zamanın asıl tarifini gurbetin lügatinden okumak lazım… Şair “yekpâre bir anda gün, saat, mevsim” demiş. Gurbette ‘ân’ın kendisi yekpâre; içine saat de nüfuz edemez, gün ve mevsim de. Bir nefeslik bildiğimiz an bile uzun, engin ve derin…
Gurbette zaman, aylara gün, saat ve dakikalara ayrılmaktadır: Onları birbirine yapıştırmak, karıştırıp birleştirmek; “köpük köpük duman duman eritmek” mümkün mü?... An erise, gün erimez; gün çürüse ay dipdiri…
Zamanı yaşamak mı? Hayır, gurbette zaman yaşanmaz, onu milyonlarca liften örülmüş kalın bir halat gibi boynunuzda taşırsınız: Yaşamak değil taşımak…” (Türkistan, s.24)
Demek ki bazı duygular ancak yaşanarak öğrenilirmiş Gurbette Zaman-2’de de Saadettin Yıldız “zamanı” bir büyük “boşluk” olarak değerlendirir:
“Sonsuz, sınırsız, biteviye, yönsüz, ufuksuz… Bu boşlukta bir tek kuş cıvıltısı duymak bile şansa kalmıştır. Bu boşlukta tek bir kelebeğin renk cümbüşüne şahit olmak kolay değil. Bu boşlukta su şırıltısı yok. Her şeyi yutan, her şeyi yapışkan bir sessizlikte boğan bir boşluk! (Türkistan, s.25)
Gurbette Zaman-3’e geldiğimizde Saadettin Hoca “Hasretini gittiğim her yere taşıdığım güzel ülkem, vatanım…” diye başlıyor yazısına. Aklıma hemen Peygamberimizin "Hubbü'l vatan mine'l iman. Vatan sevgisi imandandır." sözü geliyor. Sonra devam ediyorum okumaya:
“Senin kuşlarından ses almış, senin güllerinden gülmeyi öğrenmiş, rüzgârlarına bağrını açarak serinlemiş, ezanınla içlenmiş, ırmaklarında gölgesini seyretmiş, bulutlarına bakarak yeniden toparlanmayı öğenmiş olur da insan, hasretinden uzaklaşabilir mi?” (Girne, s.27)
Elbette uzaklaşamaz. Zaten bu çok kolay bir şey de değil. Kolay olsaydı mesela şöyle der miydi şair?
“Ayrılık ayrılık aman ayrılık,
Her bir dertten âlâ yaman ayrılık…”
Gurbet bölümündeki yazılardan biri de Yıldızlara Bakmak. Bu yazıya da bir Sivaslı olarak giriş yapar Saadettin Hoca, “Sivas’ta yıldızlar daha çok daha yakın daha parlaktır.” der. “Sivas, gece yıldızsız, gündüz serçesiz yapamaz. İkisi birden kaybolursa Sivas’ın kalbi durur” der. Sonra Sivas’tan uzaklaşıp Yesevî diyarındaki yıldızların yakınlığına ve parlaklığına bakar. Yıldızları gök kubbemizi aydınlatan kandillere benzetir. Türkistan’dan Sivas’a, Çimkent’ten Erzurum’a… aydınlıklar serpen, akraba gözlerden, akraba gönüllere ışıyan kandillere… Sonra yazısını bitirirken “Yıldızlara bakmadan” yaşayanlara, “dünyaları tatmadan, efsanelerin atına binmeden, serçe yürekleriyle hemdem olmadan yaşamışsınız.” diyerek bu eksikliği gidermenin yolunu gösterir: “Dönün, engin fezalarda dolaşa dolaşa, doya doya yeniden yaşayın, yeniden! Yıldızlara bakmak, yeniden yaşamaktır…” (Türkistan, s.32)
Gurbet’teki son yazı başlığı Girne’dir. Bu başlığın hemen altında ise Arif Nihat Asya’nın imzasını taşıyan bir dörtlük var ki şehrin giriş kapısı gibi durmaktadır.
“Ey Girne, kalende âşinâlar aradık;
Yıllar, yalayıp her şeyi silmişti yazık!
Ancak bizi dehlizinde metruk, yetim
Sadık Paşa oldu bekleyen tek tanıdık!”
Bayrak şairimiz Arif Nihat Asya 1959’dan 1961’e kadar Kıbrıs’ta edebiyat öğretmenliği yapmış, adadan ayrılırken de Kıbrıs Rübaileri adını verdiği bir şiir kitabıyla dönmüştür.
Saadettin Yıldız’ın bu yazıya Arif Nihat Asya ile başlaması gayet normaldir. Çünkü yüksek lisansını Arif Nihat Asya’nın Hayatı, Şahsiyeti ve Nesirleri (1989) adlı tezle, doktorasını ise Arif Nihat Asya’nın Şiiri (1993) ile tamamlayan Hocamız, âdeta bayrak şairimizle bütünleşmiş, Arif Nihat Asya’nın Şiir Dünyası adlı eseriyle TYB İnceleme Dalı Yılın Yazarı ödülünü almıştır. (1997)
Dönelim yazıdan aldığımız şu muhteşem cümlelere:
“(…) Girne’nin mavi göklerinde şimdi iki bayrak birden dalgalanıyor: Biri kırmızı-beyaz, diğeri beyaz- kırmızı… Rengi, hilâli, yıldızı ortak iki kardeş…
Burası Kıbrıs…
İskenderun körfezindeki yerine başını koyup uyumak ister gibi uzanmış. Girip orada şahane Torosların, ağabey Torosların gönderdiği serin sularla yıkanmak ister gibi…
Burası Girne…
Arkasını dağlara dayamış; önünde pırıl pırıl bir maviyle kıpır kıpır Akdeniz…Sadık Paşa‘dan Karaoğlanoğlu İbrahim’e kadar kaç tane yiğidi toprağıyla sarmalamış, kaç tane yiğidi koynunda uyutmuş, öylece büyümüş şehir!...” (Girne, s.34)
Evet, Hasret Damlaları –Mensûreler Türkçenin çekim kuvvetine yakalanacağınız muhteşem bir eserdir. Dilimizin bütün imkânları kullanılarak sanatlı bir anlatımla duyguların düşüncelerin sergilendiği bu eser, yazarın da dediği gibi kırk yıllık bir birikimin ürünüdür.
Sonuç olarak “Yıldızlara bakmak, yeniden yaşamaktır”dan mülhem ben de diyorum ki “bu kitabı okumak yeniden, yeniden yaşamaktır!”
1) Saadettin Yıldız, “Hasret Damlaları- Mensureler-“ Ötüken Neşriyat, İst. 2017, s.17
2) Saadettin Yıldız, age, s.7
3) Haz. Doç. Dr. Emin Onuş, “Prof. Dr. Saadettin Yıldız Armağanı” Hiper Yay.İst.2023,s. 23