Mehmet Hayati ÖZKAYA, 1959’da Van’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Adana’da, yükseköğrenimini Eskişehir’de tamamladı. 1982 yılından itibaren çeşitli liselerde edebiyat öğretmeni ve idareci olarak çalıştı. 1993-1995 yıllarında İtalya’nın Trieste şehrinde Yabancı Diller Enstitüsü’nde Türkçe okutmanlığı yaptı. Evli ve iki çocuk babası olan Özkaya’nın Kıssa-i Aşk, P.K 546- İdealist Bir Neslin Hikâyesi- ve Ateşi Yeniden Yakmak adlı kitapları vardır.
İletişim:m.h.ozkaya@hotmail.com
Bu dünyada insanoğlunun mevsimlere göre sınıflandırdığı tatiller ve tatil yerleri vardır. Bunları öğrenmek için tur şirketlerinin kapısını bir kere çalmanız yeterlidir. Çünkü onlar sizi ayak seslerinizden tanırlar ve önceden hazırlanmış tur programlarını alternatifleriyle size takdim ederler. Sonrası zaten bir cep meselesidir... Fakat ben böyle mevsimlik tatil yerleri değil de bir ömür yaşanacak muhteşem bir tatil ülkesi arıyorum diyorsanız, bizim memleket bu işin biçilmiş kaftandır.
İster kışın ortasında ister yazın başında hiç fark etmez, ne zaman olursa olsun tatil bizim için çok değerli ve çok önemli bir zaman dilimidir. Tatilin ve ülkemizin kıymetini bilmeyenler zaman zaman bizi başka ülkelerle kıyaslarlar. Yok, efendim kişi başına düşen millî gelirde hâlâ istenilen seviyede değilmişiz de, başkaları neler yapıyormuş da, biz sadece yan gelip yatıyormuşuz da… Üretimden uzakmışız, katma değer yaratmıyormuşuz falan filan, geçin efendim bunları… Dokunmayın tatilimize! Çekin ellerinizi ülkemizden! Bakın ne diyor bilim adamları? Tatil, insanları hem biyolojik hem de ruhsal yönden rahatlatır. Demek ki rahat olacaksın ki rahat rahat düşünüp bir şeyler bulacak ve insanlığın hizmetine sunacaksın. İşte bu kadar!
Hem biz millet olarak yediden yetmişe tatilperveriz ve onun gelmesini her yerde her zaman dört gözle bekleriz. O da sağ olsun, neredeyse asırlardır bizi hiç kırmaz, planlı plansız sık sık uğrar yanımıza… Hafta sonu tatili zaten ceptedir. Kar, yağmur, çamur, fırtına tatilleri… Dinî, millî bayramlar, fener alayları… Hepimizi bir hoş eder. Mutlu mesut gireriz yılbaşlarına. Derken çoluk çocuk milyonlarca gencin beklediği yarıyıl tatili kucak açar bize. Gerçi bu yıl Milli Eğitim Bakanlığımız eğitimde tatiller dönemi diye adlandırılan yeni bir eğitim stratejisi geliştirdi ki yarıyıl tatili korkarım ki artık eski itibarını kolay kolay bulamaz.
Neyse, öyle ya da böyle okullar tatile girdi ya, şimdi bir bakıyorum bir yandan eğitim sendikaları, bir yandan da kendilerini eğitim uzmanı zanneden bir kısım yazarlar, hazırladıkları uyduruk uyduruk raporları eğitime hizmet adına piyasa sürmekteler. Hepsi felaket: Lise eğitimi iflas etmiş, okullarda ikili öğretim devam ediyormuş. Eğitim sistemi yüzünden, çocuklar çocukluğunu, gençler de gençliğini yaşayamıyormuş. Kolejler kapanıyormuş. Üniversitelerin önünde yığılmalar varmış. Zaten üniversite mezunları iş bulamıyormuş. Bunun için bazı çok şöhretli üniversitelerimizde en kısa zamanda İAŞEBUL dalında yüksek lisans programları başlatılsa iyi olurmuş… muş, muş, muş…
Yahu bir durun hele, şunun şurasında ağız tadıyla bir tatil yapalım, sonra konuşuruz bunları, desek de anlamazlar. İnsanı sinir etmek için ellerinden geleni yaparlar, sonra da bugünün bakanlarına laf atmak yetmiyormuş gibi tee Osmanlının Maarif Nazırı Emrullah Efendi’nin bir sözünü dillerine pelesenk ederler. Ne demiş adam? “Şu mektepler olmasaydı, ben bu maarifi ne güzel idare ederdim.”
Sanki yanlış mı demiş…
Neyse, işte söz böyle, okuldan, tatilden insan yetiştirmekten açılınca, nedense aklıma hep Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun “Yeğenim” yazısı gelir… Muhteşem bir monolog örneğidir. Merak edenler için yazının ilk iki paragrafını ben vereyim, gerisini nasıl olsa onlar bulup okurlar…
“Benim bir yeğenim var... Paris’te tahsilini bitirdi... Paris’te tahsilini bitirdi ne demektir, bilir misiniz? Beni yedi bitirdi, demektir. Ben bitince benden tahsilât da bitti; tahsilât biter bitmez pek tabii değil midir, tahsil de bitti... Tahsilâtı benden çektiği paralar... Lakin tahsili nedir? Onu bir türlü anlayamadım... “Amca, sen bir şey anlamıyorsun, ben Darülfünûn’un tekmil fünunuyla mütefenninim (Fen Fakültesinin bütün bilimleriyle donanıyorum.)!” diyor. Diyor ama o Darülfünûnun tekmil fünunuyla mütefennin oluncaya kadar ben de darülcünun’u tekmil cünunuyla mütecennin oldum (delilik fakültesinin bütün delilikleriyle delilendim.)!
Bakın, anlatayım size: Yeğenim evvela mimarlık öğrenmek hevesiyle bana birçok süslü kapılar, yaldızlı kubbeler yaptı; girintili ve çıkıntısız planlarla paralarımı çekti... Sonra bunda temel tutturamayınca kimyayı madeniden izabe (maden mühendisliği) tahsiline yeltendi, izabe (eritme) tahsili kızıştıkça bizim altınlar da erimeye başladı... Yeğenim bundan da sıkıldı... “Toprak tut altın olsun.” feyzine mazhar olmak (ilmine erişmek) arzusuyla çiftçiliğe başladığı anda ilk tecrübeleri kesemin dibine darı ekmek, sonra ocağıma incir dikmek oldu…”
Evet, gördünüz mü? Demek ki iş, insanın kendisinde bitiyormuş… Okullara, eğitim öğretim sistemlerine, hatta iyi işler yapmak için gece gündüz uğraşıp duran çok değerli bakanlarımıza öyle laf atıp durmanın bir faydası yokmuş… Çünkü sağlıklı, başarılı, insan yetiştirmek sadece bir sistem meselesi değil, aynı zamanda bir fıtrat meselesiymiş. Siz buna şahsi beceri de diyebilirsiniz… Tercih sizin, en iyisi ben bir kenara çekileyim siz birazcık düşünün.