Hakan Paksoy

Tüm yazıları
...

Müslüman’ın tefekkürünün sınırı var mıdır? (1)

1960 yılında Isparta’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini memleketi olan Kahramanmaraş’ta, yüksek öğrenimini Ankara’da, Gazi Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi Elektrik Bölümünde yaptı. O zamanki adı Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) K. Maraş İl Müdürlüğü’nde mühendis olarak göreve başladı. Mühendis, başmühendis ve müessese müdür yardımcılığı görevlerini yaptı. 1999 yılında TEDAŞ Genel Müdürlüğünde Şube Müdürlüğü yaptı. Temmuz 2017’de emekli oldu.

Kahramanmaraş Türk Ocağı Şubesinin kuruluşundan itibaren; yönetim kurulu üyeliği, sekreterlik, başkan yardımcılığı ve iki dönem başkanlık yapmıştır. 1995 Genel seçimlerinde MHP’den milletvekili adayı olmuştur. Türkiye Kamu Sen’in kuruluşunda ilk şube başkanlarındandır. Ankara’da çalışmaya başladıktan sonra Türk Enerji Sen Genel Merkez Yönetim Kurulunda çalışmıştır.

1985-87 arasında askerlik görevini yapmıştır.

Millî Düşünce Merkezi (MDM) Yönetim Kurulu üyesidir ve internet sitesinde yazıları yayınlanmaktadır.

Evlidir. Biri kız diğeri erkek iki çocuğu vardır.

İletişim:uhakanpaksoy@gmail.com

Hakan Paksoy

 

Türk Milleti, 21’inci yüzyılın başında büyük değişikliklerin sancısını çekiyor. Siyaset alanında devam eden millet yapısının değiştirilmeye çalışılması yanında, fikri sahada da kıyasıya bir tartışmanın içinde. Dini anlayışın günümüze uygun olarak yeniden yorumlanması ile ilgili tartışmalar oldukça hızlandı. Hatta neredeyse bir taraf diğerini özellikle dindışı ilan etmeye kadar varacak sertlikte ifadeler kullanıyor. 

Aslında bugün kopan kıyametin, Cumhurbaşkanı’nın 8 Mart 2018 Dünya Kadınlar Günü’nde: “Bunlar ya bu asırda yaşamıyorlar, çok farklı bir dünyada yaşıyorlar. Çünkü İslam’ın güncellenmesinin gerektiğini bilmeyecek kadar da aciz bunlar. İslam’ın hükümlerinin güncellenmesi var. Siz İslam’ı 14 asır öncesi hükümleri ile bugün uygulayamazsınız.” dediğinde kopması gerekiyordu. Ancak, derhal bir balans ayarı yapılarak tartışma sönümlendirildi. Bu sözlerin kadınlar gününde ve kadınlara karşı söylenmiş olması çok önemliydi. Çünkü güncellenme tartışmalarında kadınlara dair hükümler önemli bir yer alıyordu. Galiba 16 yıllık yolculuktaki önemli yol kazalarından(!) birisiydi. Çünkü yaşananlar 20’nci yüzyılda çözülmüş olan ancak 21’inci yüzyılda yeniden başlatılan ideolojik tartışmaların bir tezahürü.

Kuralların yeniden yorumlanamayacağını söyleyenlerin referans aldığı Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye’nin 39. Maddesinde, “ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz / zamanın değişmesi ile hükümlerin de değişmesi inkar olunamaz” hükmü de gayet açık.

Esas tartışma ne? 

Tartışmanın aslı galiba başlıktaki “Müslüman’ın Tefekkürünün Sınırı Var Mıdır?” sorusunda. Yani Müslüman nereye kadar düşünebilir? Bu soruya Prof. Dr. Hayrettin Karaman, “Müslüman Entelektüel Olur Mu? (Yeni Şafak Gazetesi, 03.02.2011) başlıklı yazısında “Ya taklit veya tahkik yoluyla iman ettikten sonra müminin tefekkürünü imanı sınırlar, imanın ışığında düşünür, beşer üstü, ilahi bilgi kaynaklarına itibar eder, aklın yetkisini aşan alanlarda doğrudan vahye dayanır, aklın alanında ise vahiy ve aklın verilerini uzlaştırır, vahyi dışlayamaz hükmünü vermektedir.

Bu hükme ulaşırken “Müslüman ya âlimdir (muhakkik ve müçtehit) ya mukallittir. Ehl-i sünnetin genel kabulü ‘aciz olanların bir bileni taklit etmesinin’ caiz olduğunu” da belirtmektedir.

Entelektüele de, “aklıyla hür düşünen ve düşüncesini hiçbir otoritenin sınırlayamadığı kişi manası verilerek Müslüman açısından problemli bir konudur der ve sorusuna cevap arar.

Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere cevap aslında, aklın nasıl, ne kadar ve nereye kadar kullanılabileceği ile ilgili. Yani aklın kullanılmasının sınırlandırılması dolayısıyla aklın ne kadar hür olunacağının belirlenmesi söz konusudur. Ayrıca birilerinin diğerleri yerine düşünebileceği söylenmektedir. Hani, ‘şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır’ misali. Bu şekilde Dini bir söylemle ruhban yaratılarak dini araç haline getirip, egemenlik kurmak ve devam ettirmek kolaydır.

Hürriyet, ne kadar?

Bir kişinin Müslüman olması için kendi iradesi ile ve bu iradesini hür bir şekilde kullanarak Allah’tan başka ilah olmadığına ve (Hz) Muhammet’in O’nun kulu ve resulü olduğuna şahadeti yeterlidir. Bu şahitlik yaratıcının biricik olduğunu bildiği ve O’na iman ettiğini ilandır.

Dinimize göre akıl baliğ olmayan ile deli olana, yani aklını kullanamayanlara, din farz değildir. Günahsızdırlar. Bundan da insan ve Müslüman için en önemli özelliğinin irade kullanabilme kabiliyeti olduğu ortaya çıkar.

İnsanın, Yaradan tarafından halifesi olarak görevlendirilmiştir. Hareket sahası da kâinatın merkezi ile aşağıların aşağısı arasında belirlenmiş ve irade bağışlanmış, iradesi ile yerini belirleme şansı verilmiştir.

Yaradan’ın da iradesi vardır, sonsuzdur ve gücü sınırsızdır (külli). İnsana bahşedilen ise sınırlıdır (cüzi). İnsan iradesi bir zihin fonksiyonudur. İçinde fikir, fiil, zekâ kontrolü gibi unsurlar vardır ve aklidir.

Elbette sonsuzun içinde ve sınırlı olan bir parçanın bütünle çatışması ya da yarışması mümkün değildir. Otorite karşılaşması olamaz. Dolayısıyla cüzi iradenin külli iradeye nispetle hürriyetin varlığından ve bu hürriyetin sınırından bahsetmeye zaten gerek yoktur. Bütün fikir yürütmeler cüzi iradenin kendi sınırları içindedir. Dolayısıyla insan irade kullanırken kabiliyetini sınırlı kullanacak olursa kendisine bırakılan sahadaki hareketi de kısıtlanmış olacaktır.

Müslüman hangi alanlarda hür düşünemez ya da kısıtlıdır? Mesela, Müslüman bir fizikçi soru sormayacak mıdır? Veya ilim denilince akla sadece dini ilimler mi gelecektir? Ya da kısıtlılık sadece sosyal bilimleri mi işaret etmektedir? Felsefe zaten gereksizdir(!) nasıl olsa (mı?)…

Vahyin daha derinlemesine anlaşılabilmesi, insanlığın gelişmesi ve gelişmelerin önünün açılabilmesi için soru sorulması ve bunlara cevap aranması gerekmektedir.

Aslında esas cevap aranması gereken ilk husus, bu sorular sorulursa ne olacağıdır.

Kulun; günah ve sevap, haram ve helal, iyi ve kötü, doğru ve yanlış arasında tercihleri söz konusudur. İslam’da günah işlemek de yasak değildir. Dolayısıyla sınırlı iradenin davranışında herhangi bir kısıtlama yoktur. Ancak her irade, tercihlerine olumlu ya da olumsuz olarak bir karşılık bulacaktır. Cennet ve cehennem bunun için vardır.

Kıyamet Günü, Din Günü, Hesap Günü gibi bir takım isimlerle anılan gün kurulacak olan Mahkeme-i Kübra’da kullar hesaba çekilecek ve amel defterleri açılacaktır.

Peki, ezelin, ebedin ve arasındaki her şeyin sahibi olan Cenab-ı Hak; her şeyi bilen, niçini, nasılı, ne zaman olacağı ve olanı bilen iken, neden hemen cezasını ya da ödülünü vermeyip de mahkeme edecektir? Mahkeme olduğuna göre savunma söz konusudur. Savunmasını yapacak olan kul, savunmasını verirken kısıtlı mıdır? Kısıtlı ise eğer, -hâşâ- “Rahmetim gazabımı geçmiştir” buyruğundaki sığınma kapısı kapanmış olmaz mı?

Ya âlimin yolu…

İlim çok önemlidir. Bu yola koyulan kişi âlim oluncaya kadar bir hayli gayret sarf eder. Çalışır, araştırır, sorar ve cevap verir. Bilimsel anlamda âlimin bulduğu bir sonuç yanlış olduğu ispatlanana kadar doğrudur. Yani sonucun yanlış olma ihtimali hiçbir zaman ortadan kalkmaz. Buna rağmen yine de bir âlim ilminin sonuna gelse (mümkün değil ama) hatadan münezzeh midir?  Bu sorunun cevabı elbette ki “hayır değildir” olacaktır. Bu durumda başka sorular devreye girer; âlim taklit edildiğinde hatada veya yanlışta sorumluluk kime ait olacak? Taklit edilenin sorumluluğu ne kadar, hatalı bu hâli taklit edenin sorumluluğu ne kadardır?

Soru sormaya devam edelim. Bir kişi âlim olana kadar soracağı soruları nasıl ve hangi sınırlar içinde sorar? Eğer düşünmek sınırlı ise âlim olma yoluna girene kadar, sınırlı olan/olması gereken tefekkürü ile doğru ve tam sonuca nasıl ulaşabilir? Eksik hakikat nasıl olur ya da eksiğin taklit edilmesi mümkün müdür? Bu bir paradoks değil midir? Ve en önemli soru: âlimin kendisi de bir kul değil midir, bir kul niçin taklit edilir?

Müslüman ne yapacak?

Vahiy Müslüman’a sorumluluk yüklemekte ve/veya öğütlemektedir. Yukarıdaki soruların cevapları bu öğüt ya da emirlerdedir.

Tefekkürün sınırlandırılması düşüncesinin bariz örneğini Diyanet Vakfı Yayınları tarafından hazırlanan Kur’an-ı Kerim Meali’nde Bakara Suresi 164. ayetinde görüyoruz. Ayet, “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ve gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah’ın varlığına ve birliğine) birçok deliller vardır” şeklindedir.

Parantez içindeki ifadeler meali yapanlar tarafından daha iyi anlaşılması için konulmuş ifadelerdir. Bu ayet okunurken parantez içi insanın zihnini yönlendirmekte ve okuyan sadece Allah’ın varlığı ve birliğine odaklanmakta ama parantez içi olmadan okunduğunda bir anlam genişlemesi ortaya çıkmaktadır.

Parantezsiz okunduğunda, ayette; matematik, fizik, astronomi, tabiat bilimleri, zooloji, denizler, iklim hareketleri gibi akla ne gelirse işaret edilmekte ve düşünenler için delil olarak gösterilmektedir.

Parantez içleri ile düşüncesi yönlendirilen ve tefekkür etmesi de imanını tehdit eder diye hüküm verilerek korkutulan Müslüman…

Bir Müslüman olarak tahkik ve tefekkür etmenin çok da gerekli olmadığı kolaycılığının sunulmasına, benim yerime, “sen düşünme ben senin yerine düşünürüm” diyerek bir başkasının düşünmesine, doğrunun;  o’nun söyledikleriyle kabulü ya da reddine ve dinimi yaşarken bu kadar kolaycılığa itiraz etmeyi imanın gereği olarak görüyorum. Bu sebeple itiraz ediyorum…

 

(1) Bu yazı, 24 Mayıs 2011’de millidusunce.com sitesinde yayımlanmış olan makalenin bugünkü gelişmeler ışığında gözden geçirilerek genişletilmiş halidir.