1960 yılında Isparta’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini memleketi olan Kahramanmaraş’ta, yüksek öğrenimini Ankara’da, Gazi Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi Elektrik Bölümünde yaptı. O zamanki adı Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) K. Maraş İl Müdürlüğü’nde mühendis olarak göreve başladı. Mühendis, başmühendis ve müessese müdür yardımcılığı görevlerini yaptı. 1999 yılında TEDAŞ Genel Müdürlüğünde Şube Müdürlüğü yaptı. Temmuz 2017’de emekli oldu.
Kahramanmaraş Türk Ocağı Şubesinin kuruluşundan itibaren; yönetim kurulu üyeliği, sekreterlik, başkan yardımcılığı ve iki dönem başkanlık yapmıştır. 1995 Genel seçimlerinde MHP’den milletvekili adayı olmuştur. Türkiye Kamu Sen’in kuruluşunda ilk şube başkanlarındandır. Ankara’da çalışmaya başladıktan sonra Türk Enerji Sen Genel Merkez Yönetim Kurulunda çalışmıştır.
1985-87 arasında askerlik görevini yapmıştır.
Millî Düşünce Merkezi (MDM) Yönetim Kurulu üyesidir ve internet sitesinde yazıları yayınlanmaktadır.
Evlidir. Biri kız diğeri erkek iki çocuğu vardır.
İletişim:uhakanpaksoy@gmail.com
Son aylarda yoğunlaşarak ve artarak gelişen olayların üzerine yapılan toplumsal tartışmalarda muhafazakâr demokrasi kavramı öne çıktı. Daha önce sadece bir partinin görüşü halinde iken milletin yaşantısındaki değişimlerde dayanak ve gerekçe olarak kullanılan bir unsur halini aldı.
Muhafazakârlığın ne olduğu, tarihçesi ya da diğer akımlarla ilişkisi milletimizi çok ilgilendirmemekte hem de bizim konumuz değildir.
Muhafazakâr demokrasi nedir? Esas ya da ayrıntılarda uzlaşmayı sağlayabilecek araçları var mıdır? Varsa nelerdir? Gibi sorular önem kazanmaktadır.
Bu gibi sorulara cevap verebilmek için öncelikle muhafazakâr demokrasiyi bir ideoloji olarak kabul eden ve bu ideoloji çerçevesinde siyaset üretenlerin yaklaşımlarına bakmak gerekmektedir. Ancak konunun genişliği itibarıyla üzerinde en çok tartışılan ve toplumsal gerilimlere yol açan alanda muhafazakâr demokrasi ne demektedir, ona bakmak doğru olacaktır. Bu alan da en küçük ayrıntıların, kolayca, çok büyük tartışma ve ayrışmalara sebep olabileceği ‘inanç’ alanıdır. Dolayısıyla incelememiz muhafazakâr demokrasi – din ilişkisinde olacaktır.
Bu konuda kaynaklarımız Muhafazakâr Demokrasi (Akdoğan; 2003) ile AK Parti ve Muhafazakâr Demokrasi (Akdoğan; 2004) çalışmalarıdır.
Muhafazakâr demokrasi ve din
Muhafazakârlığın ideoloji olarak “… insanın akıl, bilgi ve birikim bakımından sınırlılığına inanan, bir toplumun tarihsel olarak sahip olduğu aile, gelenek ve din gibi değer ve kurumlarını temel alan, (…) ve siyaseti, bu değer ve kurumları sarsmayacak (…) bir siyasi ideoloji”dir (Özipek, Köprü dergisi) şeklinde tanımlanmaktadır. Burada belirleyici değer dindir. Bir anket yapılsa ve insanlara muhafazakârlıktan ne anladıkları sorulsa cevapların tamamına yakınının dindarlık diye cevap vereceklerini söylemek çok büyük bir iddia olmayacaktır.
Akdoğan; “dinin Türkiye’nin toplumsal yapısındaki önemi için:
- Bölgenin jeopolitik yapısında din stratejik öneme sahiptir. (…) Türkiye’nin din gerçeğini görmezden gelme yerine verili durumu iyi tespit ederek rasyonel politikalar üretmesi, bölgesel güç olarak Türkiye’ye büyük avantajlar sağlayacaktır
- Doğu toplumlarında din asırlardır motivasyon kaynağı olmuştur. ( …) bu yüzden Türkiye’nin çağdaş batı devletleri karşısında ciddi bir sıçrama yapabilmesi, insan kaynaklarını harekete geçirilebilmesine, manevi motivasyonu sağlayabilmesine bağlıdır.
- İnsanlık tarihi boyunca şahsiyet ve kimlik oluşumunda din belirleyici bir unsur olmuştur.
- Toplumsal birlik ve beraberliğin tesisinde, asayişin ve güvenliğin temininde insanların ahlak ve fazilet ekseninde bilinçlendirilmesi; her türlü aşırılık, zulüm ve terörist faaliyetlerden arındırılması sürecinde inancın önemli bir işlevi vardır.” (Muhafazakâr Demokrasi, s. 105-106)
diye belirtmektedir.
Her ne kadar kitabın diğer kısımlarında dinle ilgili olarak esinlenme, sağlıklılık gibi yaklaşımlar kullanılmış olsa da, “dini, toplumun istikrarı ve otorite açısından kaçınılmaz sayar.” (age, s. 108) denilmektedir.
Bu yaklaşımlar muhafaza etmenin masumiyetini taşımakla birlikte, muhafaza edilmek istenene verilebilecek zararı da beraberinde taşımaktadır. İnsanın doğasında var olan ve kontrol edilemediği takdirde zarar veren hırsla birleştiğinde dinin araç haline gelmesine sebep olabilecektir. Araç haline gelmiş olan bir din ise hem yönetilecek toplum yapısı için hem de oluşturulacak uluslararası ilişkiler için çok büyük tehlikeleri içerecektir. Ayrıca ve hepsinden önemlisi dinimiz için de tehditleri ve düşmanlıkları beraberinde getirebilecek yaklaşımlardır.
Bugün sınır komşularımız ile İslam coğrafyasında yaşananlar ve ülkemizdeki gerginlikler, dinin siyaseti belirlerken kullanılmasının ne kadar tehlikeli sonuçları da beraberinde getirdiğinin somut sonuçlarıdır.
Toplumsal düzenlemeler ve muhafazakâr demokrasi
Son aylarda yaşanan iki olay üzerine düşünmek gerekmektedir. Bunların birincisi kısaca alkol satışının düzenlenmesi ve kız ile erkek öğrencilerin birlikte barınmasıdır.
Her iki hususun da içeriğinden ziyade gerekçelerine ve bu gerekçelerin muhafazakâr demokrasi ideolojisi ile ilişkisine bakmak meselenin temelini teşkil etmektedir.
Alkol düzenlemesini niçin yaptığınız sorusuna Sayın Başbakan: “(…) Bazıları diyor ki: ‘Efendim, bunu dinin bir gereği olarak yapıyor.’ Yahu şimdi, eğer din böyle güzel bir emri koymuşsa (…) Eğer insan için toplum için çok çok hayırlı bir şeyse -ki din hayırsız olan bir şeyi emretmez. Benim imanım, inancım bu- bunu yerine getirmek zararlı mı? Yahu bu kötü bir şey mi? Bunu söylüyorum.
Bir yere daha geleceğim. Biz tabii bu arada muhafazakâr demokrat bir partiyiz.”(Haber Türk TV, Teke Tek Özel, 2 Haziran 2013), ve kız – erkek birlikte barınma için de: “muhafazakâr demokrat olarak” diye başlayan cümleler kurarak düşüncelerini açıklayarak “gelen istihbarı bilgilere göre valiliklerin harekete geçtiğini” söylemiştir.
Bu gerekçelerde ‘benim inancım, benim imanım, benim ahlak anlayışım, benim ideolojim’ yaklaşımları vardır.
Toplumsal düzenlemeler ve İslam
Din, birey ve toplum ilişkisinin nasıl kurgulanacağı hep tartışılmış ve bugünkü tartışmaların temelinde de bu konudaki farklılıklar yatmaktadır. Bu hususa bir soruya cevap arayarak girmek doğru olacaktır.
Soru: “Ol” dediğinde bilinen ve bilinmeyeni yaratan Cenab-ı Allah ‘emaneti teslim ettiği’ insanları niçin aynı yaratmamıştır?
Sorunun biraz daha açılması gerekir. Cenab-ı Hak niçin bütün insanları son ve tamamlanmış din olan İslam dininde Müslüman olarak, bütün Müslümanları aynı derecede inanan, aynı ölçüde ibadet eden, aynı seviyede dindar olarak yaratmamıştır? –Haşa- gücü mü yetmemiştir?
O halde ilk cevap; murat edilenin böyle olmasıdır.
Derhal ikinci soru devreye girecektir, niçin böyle murat edilmiştir?
Eğer Allah herkesi aynı ve eşit ölçüde dindar, ibadet eden ve inanan olarak yaratsaydı insanlar ya da yaratılanlar kurşundan askerler gibi olurlardı. Sadece ‘Allah öyle yarattığı için’ öyle davrananlar halinde olurlardı. Günahın ve sevabın, haram ve helalin, cennetin ve cehennemin, iyi ve kötünün, yanlışın ya da doğrunun hâsılı, Allah’ın koyduğu nizamın bir anlamı kalmazdı.
Cevabın başka bir cephesi daha vardır.
Allah “insana kendi ruhundan üflediğini” (Secde 9) söylemektedir. Bu müthiş bir ayrıcalıktır ancak aynı zamanda çok büyük bir sorumluluktur da.
Cenab-ı Allah bu sorumluluğu verirken özgür olarak yarattığı kulunun özgür iradesi ile Kendisi’nin (Rabbin) hoşuna gideni yapmasını murat etmiş olsa gerektir. Ve böylece Cenab-ı Hak da, koyduğu ölçülerle doğru orantılı olarak daha -fazla ya da az- değerli itaat ve bağlılıkla karşı karşıya kalacaktır.
Vahiy bu sorumluluğun sınırlarını da çizmektedir. Bakara Suresi 119. ayette bu sorumlulukları insanlığa tebliğe memur olan Resul’üne: “Doğrusu biz seni hak ile müjdeleyici ve uyarıcı gönderdik. Cehennemliklerden sen sorumlu değilsin.”, Şura Suresi 48. ayette de “Eğer yüz çevirirlerse, bilesin ki biz seni onların üzerine bekçi olarak göndermedik. Sana düşen sadece duyurmaktır.” demektedir.
Peki, cehennemlikler kimlerdir? Kâfirler mi, müşrikler mi ya da inanmayanlar mı? Bu soruların bir tek cevabı var: Kim olduğu sadece Allah tarafından bilinen ve kim oldukları da, Din Günü’nde Mahkeme-i Kübra’da Yaradan tarafından belirlenecek olan (günahkâr) insanlar.
Yüce Yaradan, Hak üzere olmadıkları takdirde cezalandırılmaları görev ve yetkisini, dini aracılığı ile tamamladığı Resul’üne vermemiş ve O’nu insanların davranışlarından da sorumlu tutmamıştır.
İnsanları uyarmakta ama tercihi onlara bırakmakta yani dünyalık işlere karışmamaktadır. Dünyada yapılanların hesaplaşması Din Günü’nde olacaktır.
Benim inancım ve imanım ya da benim ideolojim böyle emrediyor gibi gerekçeleri geçerli, haklı ve doğru olamaz. İslam dini buna cevaz vermemektedir.
Aksi takdirde dinin haram ya da yasak kıldığı her hususta düzenleme mecburiyeti ortaya çıkacaktır. Ki bu da Cenab-ı Allah’ın hiç hoşuna gitmeyecektir.
Laiklik de bu olsa gerekir.