12.06.1960 Sivas/Gürün Sarıca köyü doğumlu olan Vahit Türk ilk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamladı. 1983 tarihinde Prof. Dr. Zeynep Korkmaz danışmanlığında hazırladığı “Hüseyin Nihal Atsız’ın Ruh Adam Romanında Dil ve Üslup” adlı tezini vererek Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden mezun oldu.
1987 yılında Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun yönetiminde hazırladığı “Hatiboğlu Bahrü’l-Hakayık - Transkripsiyon” adlı teziyle yüksek lisansını, 1990 yılında Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Tuncer Gülensoy yönetiminde hazırladığı “Ali Şir Neva’i Mecalisü’n-Nefais İnceleme-Metin-Dizin” adlı teziyle de doktorasını tamamladı.
Fırat Üniversitesi, Trakya Üniversitesi, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi (Kazakistan), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi’nde değişik akademik kadrolarda görev yaptı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Gaziantep Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı gibi idarecilik görevleri yaptı.
2006 yılında Sakarya Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak başladığı görevinden ayrılarak İstanbul Kültür Üniversitesi’ne geçti. Halen İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Öğretim Üyeliğine devam etmektedir.
İletişim:vahitturk1@hotmail.com
Sanat tarihi ve kimlik
Bir insan topluluğunun millet düzeyine yükselmesi yalnızca soy birliğiyle değil, uzun bir zamanla ve bu uzun zaman içerisinde biriktirilen anılarla, oluşan ortak değerlerle, gelenek-göreneklerle, kısaca soyut ve somut kültür mirasıyla, yani oluşturduğu kültür ve geliştirdiği medeniyetle ilgili bir durumdur. Yaşanılan coğrafyalar ve hayat tarzı insanlarda ortak bir evren algısına, ortak bir hak kavramına, ortak bir kanun ve adalet duygusuna, ortak bir ahlak ve namus anlayışına, ortak bir eğlenme duygusuna, ortak zevklere, ortak bir müzik anlayışına, ortak bir mimari üslubuna yol açar. Bu ve benzeri pek çok ortaklık bir araya gelip kendine özgü tarihi, dili, kültürü, davranış biçimi vb. olan bir ‘ulus’u oluşturur. Bu uzun tarihi süreçte canlı ve dinamik olan hayat, kuşaktan kuşağa değişimler gösterebilir, ancak bu değişimler kendiliğinden, yani doğal seyir içerisinde olur ve bu durum toplum tarafından da fazlaca yadırganmadan benimsenir. Bazen birtakım önderler; çağın şartlarına göre doğal gelişmenin dışında müdahalelerde bulunma gereği duyar ve bu durum toplumun en azından bir kesimi tarafından itiraz ve tepkiyle karşılanabilir, çünkü insanların alışkanlıklarından ayrılması pek kolay olmaz, bilinmeyenleri içeren yeni, insanlar için ürkütücü olabilir. Türk tarihinde bu duruma örnek olmak üzere Oğuz Kağan’dan başlayarak pek çok başbuğ sayabiliriz. Yerleşik hayata geçmek isteyen Bilge Kağan ve haklı gerekçeler öne sürerek bu düşünceye itiraz eden Bilge Tonyukuk, Mani dinini benimseyen ve benimsenmesini isteyen Bögü Kağan, İslam dinini benimseyen ve aynı biçimde benimsenmesini isteyip benimseten Abdulkerim Satuk Buğra Han, yeni bir yurt isteğiyle yola çıkıp Anadolu’nun Türk’e vatan olmasının yolunu açan Çağrı ve Tuğrul Beyler, Batı’ya yönelme gereği duyarak düzenlemeler yapan II. Mahmut ve bu yönelişle ilgili pek çok değişikliği gerçekleştiren Mustafa Kemal Atatürk bu anlamda gösterebileceğimiz tarihimizin önemli önderlerinden birkaçıdır. Bu büyük önderlerin yaptığı müdahaleler tarihimizin seyrini değiştirmiş ve Türk milletine yeni ufuklar açmış, yeni ülküler aşılamış, yeni hedefler gösterip bambaşka bir canlılık ve heyecan kazandırmıştır. Geleneğe sıkı sıkıya bağlı olup yeniliklerin birtakım değerlere zarar verebileceğini düşünerek tedirgin olan bir kesim her devirde olmuştur ve bu durumu doğal karşılayıp, insan tabiatının gereği olarak kabul etmek, bunları ötekileştirip düşmanlaştırmadan uyumlu duruma getirmek için gereğini yapmak ise devletin görevleri arasındadır.
Yukarıda belirtilen somut kültür mirası içerisinde sanat tarihi araştırmalarının ilgi alanını oluşturan kurganlar, mezarlar ve mezar taşları, çadırlar, köprü, yol, han, kervansaray, hamam gibi mimari yapılar, el sanatları içerisinde sayılabilecek halı, kilim, el örgüleri vb., madenlerin işlenmesiyle oluşan sanat ürünleri bütünüyle milli kimliğin oluşmasında ve beslenmesinde vaz geçilemez yeri olan değerlerdir. Bütün bunlar, ‘milli kimlik’ kaygısı olan her devletin, bunu oluşturup geliştirmede kullandığı kültür ve medeniyet değerleri içerisinde sayılır.
Ruh inceliğinin ve zevk yüksekliğinin ürünü olan sanat, bir milletin milli kimliğinin en başta gelen besleyicisi ve geliştiricisidir. Sanat tarihi araştırmalarının ilgi alanındaki sanat eserleri, insan öğrenmesinin en önemli aracısı olan göze hitap ettiği, yani somut olduğu için etkisi de fazla olur. Bu eserleri görür görmez yapanlara ve yaptıranlara şükran duygusuyla bakarız, yapılma zamanlarını, yapan kişileri, yapılış amacını öğrenmeye çalışıp zihnimizi onunla meşgul ederek aldığımız bilgileri dağarcığımızda kalıcı duruma getirmeye çalışırız, daha doğrusu bilgiyi ‘bilinç’ düzeyine yükseltiriz. Bu tür sanat eserlerinin kimlik gelişiminde kullanılması, hem öğreten, hem öğrenen için, öncelikle olgun bir bilgi ve zevk düzeyi gerektirir.
Türklerin tarih boyunca yaşadıkları hayat tarzına bağlı olarak gelişen bir sanatları ve sanat anlayışları oluşmuştur. Türk milletinin yaşadığı coğrafyanın hemen her yeri pek çok sanat eseri barındırır. Konar-göçer yaşama biçiminin hâkim olduğu bozkırlarda barınak olarak kullanılan çadır (ak ev- ak üy), yerleşik hayata geçildikten sonraki mimari anlayışımızı da etkilemiş ve bozkırdaki çadırlarımızın biçimi, kurganların mimari yapısını, daha sonra ise özellikle dini mimarimizin de biçimini belirlemiştir. Mimarimizin bu alanındaki kümbetlerin çadırlarla benzerliği elbette rastlantıyla açıklanamaz. Bu sürekliliği tespit ve değerlendirme öncelikle bu alanda çalışan bilim adamlarının görevidir. Kültür hayatının sürekliliği çok önemli, ancak üzerinde az durulan konulardandır. Pek çok insanımız tarih ve kültürümüzü kopuk kopuk kesitler halinde algılamakta, bu algı da kişilik ve kimlik oluşmasında zaafa yol açmaktadır. Aslında milli eğitimin ana görevi insanlarımızın zihninde bu sürekliliği sağlamak, bütün Türklüğün ortaklaştığı konuları öne çıkarıp genç kuşaklara öğretmektir, ancak bugün bunun gerçekleştirildiğini söylemek kolay değil.
Türkler, çok erken devirlerde demir, kömür, altın ve gümüş gibi madenleri işleyip kullanmış, bunlarla hayatlarını kolaylaştıracak eşyaların yanında pek çok da süs eşyası üretmişlerdir. Adı geçen bu maden adlarının Türkçe olması da dikkatten kaçmaması gereken bir durumdur.
Milattan önce beşinci yüzyıla tarihlenen Kazakistan’ın Esik beldesindeki kurganda çıkan çok ince bir zevkin ve işçiliğin ürünü Altın Giyimli Adam heykeli ile yanında, tabaklar, vazolar, ayna ve tarak kılıfları, tas, gümüş kaşıklar ve dört bin sekiz yüz parça altın, yaklaşık 2500 yıl önce bozkırda oluşup gelişen Türk uygarlığının seviyesini göstermek bakımından son derece değerli bir örnektir. 18-23 yaş aralığında olduğu tahmin edilen cesedin üzerindeki altın zırh, başlı başına bir sanat eseridir. Bütünüyle saf altından ve mükemmel denilebilecek bir işçilikle yapılmış olan bu zırh, genç bir tigine (kağan oğluna) ait. Üstte bir kaftan, külah biçiminde bir başlık ve ayakta çizme bulunmaktadır. Başlığın üzerinde kuş tüyleri, tuğlar, boynuzlu ve kanatlı iki at motifi, dağ keçisi kabartması yer alır. Bunun yanı sıra elbisede ve kemerde de at, koyun, pars gibi hayvan kabartmaları vardır. Cesedin belindeki kemerin sağ tarafında her iki yanı keskin bir kılıç, kılıcın bağlı olduğu kemer altın pilakalarla süslenmiş ve kaplan başlı bir tokayla tutturulmuştur, sol yanında ise tahta ve deri kını olan bir hançer asılıdır. İki bin beş yüz yıl önce böyle bir sanat eserini ortaya koyan medeniyet, ne yazık ki henüz gerektiği gibi araştırılıp incelenmemiştir. Hiç şüphesiz o coğrafyada yapılacak araştırmalar buna benzer pek çok eserin ortaya çıkmasını sağlayacak ve medeniyet tarihimize bakışımız büyük ölçüde değişecektir.
Bozkır kültürümüze ait önemli eserlerden bir kısmı da milattan önce üçüncü yüzyıla tarihlenen Altay bölgesindeki Pazırık kurganlarında bulundu. Bu kurganlarda çıkarılan sanat eserleri Hun sanatına dair önemli ipuçları vermekte ve konuyla ilgilenenlerde büyük bir hayranlık uyandırmakta, bizlere de atalarımızın ulaştığı medeniyet seviyesi hakkında eşsiz bilgiler ulaştırmaktadır. Bu kurganlarda at koşum takımları, altın kaplı deri parçaları, kamçılar, ahşap ve bronzdan yapılmış pek çok eşya çıkarıldı. Burada bulunan çok değerli eşyalardan biri ahşap ve yüksek tekerlekli araba, biri ahşap sehpa ve bir başkası da bilinen ilk halı örneğidir. Bunlardan o devirde arabayla gezen, evinde ya da çadırında sehpa ve halı kullanan insanların varlığını öğrenmekteyiz. Bütün bu eşyalar bizi; zamanın, yani milattan önce üçüncü yüzyıl insanının yaşadığı bölgenin kendisine sunduğu imkânlarla yetinmeyip, bu imkânları kendi üretimiyle ileri taşıdığı, akıl ve zekâsını kullanarak hayatını kolaylaştıracak yeni imkânlar elde ettiği sonucuna ulaştırmaktadır.
Yukarıda birkaç örneği üzerinde durulan malzeme az sayıda kurganın açılmasıyla ortaya çıktı, ancak eski Türk medeniyetinin önde gelen merkezlerinden olan Moğolistan coğrafyasında henüz dokunulmamış yüzlerce kurganın varlığı bilinmektedir. Bu coğrafyada kurganların dışında da pek çok eser Türk araştırmacıları bekler. Bu bölgede yabancı araştırmacıların bir kısmı ne yazık ki bilim ahlakına aykırı hareketlerde bulunmakta ve ortaya çıkardıkları eserleri yok etme yoluna gitmektedir, bu yüzden bölgede Türkiye’nin özel ilgisine ve Türk araştırmacıların ciddi çalışmalarına ihtiyaç vardır. Bu ülkedeki kurgan sayısı hakkında bir fikir vermesi için yalnız Gol Mod bölgesinde Hun asillerine ait iki yüzü büyük olmak üzere dört yüz seksen civarında kurganın bulunduğu bir mezarlık olduğunu belirtmekle yetinelim. Gol Mod 2 olarak adlandırılan bölgede ise on yedi yıldır Moğol-Çin ortaklığıyla kazı yapılmakta olduğunu ve Hunlar’a ait pek çok eser bulunduğunu, bu bölgenin en büyük kurganındaki kazının tamamlandığını ve çıkarılan eserlerin geçtiğimiz yıl kısa bir süre sergilendiğini biliyoruz, ancak bu eserlerin neler olduğu hakkında bilgiye sahip değiliz.