Vahit Türk

Tüm yazıları
...

MİLLİYETÇİLİĞİMİZİN KAYNAKLARI-98

12.06.1960 Sivas/Gürün Sarıca köyü doğumlu olan Vahit Türk ilk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamladı. 1983 tarihinde Prof. Dr. Zeynep Korkmaz danışmanlığında hazırladığı “Hüseyin Nihal Atsız’ın Ruh Adam Romanında Dil ve Üslup” adlı tezini vererek Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden mezun oldu.

1987 yılında Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun yönetiminde hazırladığı “Hatiboğlu Bahrü’l-Hakayık - Transkripsiyon” adlı teziyle yüksek lisansını, 1990 yılında Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Tuncer Gülensoy yönetiminde hazırladığı “Ali Şir Neva’i Mecalisü’n-Nefais İnceleme-Metin-Dizin” adlı teziyle de doktorasını tamamladı.

Fırat Üniversitesi, Trakya Üniversitesi, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi (Kazakistan), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi’nde değişik akademik kadrolarda görev yaptı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Gaziantep Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı gibi idarecilik görevleri yaptı.

2006 yılında Sakarya Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak başladığı görevinden ayrılarak İstanbul Kültür Üniversitesi’ne geçti. Halen İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Öğretim Üyeliğine devam etmektedir.

İletişim:vahitturk1@hotmail.com

Vahit Türk

Karlofça’nın Artçıları

Karlofça barışı ya da anlaşması adıyla tarihe geçen sözleşme, on altı yıl süren uzun bir savaşı sonlandırmış ancak bu barışta Osmanlı Devleti o güne kadar geçen dört yüz yıllık tarihindeki en ağır koşulları kabul etmek zorunda kalmıştı. Bu anlaşma, âdeta Osmanlı dönemi Türk tarihinin ve talihinin ters dönmesi ve yokuş aşağı gitmeye başlamasının belgesi olmuştu. Oldukça geniş topraklar elden çıkmış, ülke hem yönetim hem askerlik hem ekonomik hem adlî hem de sosyal bakımlardan bitkin bir duruma sürüklenmişti. Yurttaşlar üzerindeki ağır vergi yükü yanında devletin yüklediği başka sorumluluklar yüzünden köylüler yurtlarını bırakıp kentlere yönelmiş, bir kısmı ise dağlara çıkıp bu yüklerden kurtulmanın yollarını arar olmuştu. 1699 tarihi bir dönüm noktasıydı ve bu tarihten sonra devletin ve ülkenin gittikçe yoksullaştığına tanık olunacak, zaman zaman kısa süreli başarı ve zaferler olsa da sürekli yenilgilerin, toprak kayıplarının ve iç karışıklıkların yaşandığı görülecekti. Devletin gittikçe gücünü yitirdiğinin ayırdına varan yöneticilerin o güne kadar çok ciddiye almadıkları bazı Avrupa devletleriyle ittifaklar kurdukları ve zaman zaman da o devletlerin etkisi altında kalarak davrandıkları görülmeye başlandı.

Karlofça anlaşmasından sonra kötü gidişin farkında olan Baş Vezir Amcazade Hüseyin Paşa’nın devleti düştüğü durumdan kurtarmak üzere birtakım ıslahatlara giriştiği, sınırlarla ilgili sorunları, yönetim, maliye, askerlik ve denizcilikle ilgili sıkıntıları ele alıp çözüm yolları bulmaya çalıştığı görülür.

Liyakat Mi Dediniz...

Tarih, Hüseyin Paşa’nın devleti düştüğü acizlikten kurtarmak için gösterdiği bu çabaları yazdığı gibi Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin padişah katındaki gücünden yararlanarak yaptığı işleri de yazar. Uzunçarşılı’nın, şehzadeliği sırasında padişahın hocası olan Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin devletteki gücü ve etkisiyle ilgili anlattıkları son derece ibret vericidir. Uzun süre şeyhülislamlık makamında bulunan bu kişi, şeyhülislamlığı kendisinden sonra büyük oğlu Fethullah Efendi’ye tahsis ettirir, ikinci oğlu Seyyid Mustafa Efendi ile üçüncü oğlu Ahmet Efendi’yi Rumeli kazaskerliği rütbesine kadar çıkarır, dördüncü oğlu Seyyid İbrahim’i şehzade hocası ve aynı zamanda kazasker yaptırır, amcaoğlu Seyyid Dede Efendi’yi İstanbul kadısı ve Rumeli kazaskerliğine, damadı Mirzazade Şeyh Mehmet Efendi’yi İstanbul kadılığı rütbesine çıkarıp yakında süresi bitecek olan oğlu Seyyid Mustafa Efendi’nin yerine Rumeli kazaskerliğine aday duruma getirir. Ve bunlara benzer daha pek çok yüksek makamda şeyhülislamın akrabaları vardır.

Şeriatla ilgili en yüksek makamda bulunan ve devletle ilgili hemen her konuda görüşü yani fetvası alınan şeyhülislamın bütün bu haksız uygulamalarına ve devlette tek yetkili gibi davranmasına dayanamayanlar isyan etmekten başka yol bulamaz ve sonuçta Feyzullah Efendi’nin oğullarıyla birlikte sürgüne gönderilmesine karar verilir.

Devletin yüksek düzeydeki kadrolarının, özellikle de bilim insanlarının doldurması gereken kadroların, bu biçimde işgale uğraması, elbette uzun yıllarını verip kendini yetiştirmiş ve bu kadrolarda bulunmayı gerçekten hak etmiş olan kişiler için son derece ağır bir durumdur. Bu tür atamaların yapıldığı devletlerde ve toplumlarda emek ve bilgi değersiz görülür, kişiler kolay yollardan yüksek makamlar elde etmenin çarelerini aramaya başlar, rüşvet yaygınlaşır ve sonuçta devletteki karar alma organlarında yetersiz, yeteneksiz ve layık olmayan kişiler, devlet ve toplum için yıkıcı sonuçlar doğuracak kararları rahatlıkla alırlar. Elde ettikleri makamlara yükselmek için harcadıkları paraları geri kazanmak amacıyla haksızlıklara rahatlıkla göz yumarlar, verirken sakınca görmedikleri rüşvetten alırken de büyük bir haz duyarlar. Bu tür kişilerin devlette bunca işi rahat biçimde yapabilmesinin ana nedeni ise devleti yönetmek üzere başta olan padişahların ataları gibi dirayetli olmamaları, tahta çıkabilmek için birilerinin desteğine muhtaç durumda olmaları ve diyet ödeme gereği, atalarının at sırtında seferden sefere sürdürdükleri hayat yerine rahat saray hayatını benimsemeleri ve bunların hepsinden önemlisi devlet ve toplum olarak dünyadaki gelişmelerin takip edilmemesi, devlet düzeneğinin değişen dünya koşullarına göre yenilenememesidir. Kısaca zamana uyulmaması, zamanın ıskalanması, “Biz, dünyanın hâkimi büyük bir devletiz, biz, Osmanlı’yız ve bize bir şey olmaz.” tatlı düşünden uyanılmamasıdır. Zamana uymayan kişi ve toplumları, zaman, çok acı biçimde cezalandırır. İnsanlık tarihi bunun örnekleriyle dopdoludur ancak kişioğlu nedense başkalarının deneyimlerinden yararlanmayı çok sevmez, kendisi denemeyi ve yaşamayı seçer.

Edirne Ve İstanbul Kuvvetleri...

Şeyhülislam’ın faaliyetlerinin verdiği huzursuzluklar isyanlara neden olmuş, 1703 yılında İstanbul’da toplanan isyancılar, Edirne’de bulunan sultanı tahttan indirmek üzere harekete geçmişlerdi. Edirne kuvvetleri de tertibat alıp karşı çıkmış ancak durumun ciddiyetini fark edenler, sultanın da Edirne kuvvetlerinin başında bulunmasını istemiş, padişah da bu isteğe uymuştu. İki taraf karşı karşıya gelince Edirne kuvvetlerindeki askerler İstanbul kuvvetleri safına geçmiş ve Edirne kuvvetlerinin yönetim kadrosu büyük bir korkuyla kente dönmek zorunda kalmıştı. İstanbul kuvvetleri Edirne’ye gelip Sultan Mustafa’yı tahttan indirmiş ve yerine de 3. Ahmet’i geçirmişti.

Osmanlı’da isyanlar genellikle baş alır. Bu isyanda da görevden alınıp memleketi Erzurum’a gitmesi kararlaştırılan Şeyhülislam Feyzullah Efendi ve yakınları, gemiye binmek üzere gittikleri Varna’dan geri döndürülmüş ve Edirne’de sorgulanıp hapsedilmişler, daha sonra ise sözün tam anlamıyla çapulculara teslim edilip ağır işkencelerle öldürülmüşler, şeyhülislamın başı bir sırığa geçirilip kentte dolaştırılmış, cesetleri de Tunca ırmağına atılmıştır. Bu kişinin Hz. Peygamber’in soyundan olduğu gerekçesiyle yapılan muameleyi hoş görmeyenler olmuş, bazı kişiler cesedini ırmaktan çıkarıp Edirne’de defnetmişlerdir.

Böylece bir dönemin sorumluluğu neredeyse bütünüyle bu kişiye ve ailesine yüklenmiş, sultan ve diğer sorumlular kurtulmuş, toplum da içinde biriktirdiklerini boşaltıp bir süreliğine rahatlamış ancak yokuş aşağı gidildiği için kişiler değişmiş, uygulamalarda çok fazlaca bir değişiklik olmamıştır.

İsyanın elebaşıları devlet işlerine karışmayacaklarına söz vermelerine karşın sözlerinde durmamışlar ve müdahalelerinin ardı arkası kesilmeyince devlet refleksini gösterip onları da etkisiz duruma getirmiştir.

Osmanlı-İsveç-Çarlık

Uzun süren Rus İsveç savaşında İsveç yenildi ve kral Demirbaş Şarl, yanındaki az adamıyla birlikte Bender’e gelip Özi kalesi kumandanı Abdurrahman Paşa’dan yiyecek ve izin istedi ve böylece Osmanlı’ya sığınmış oldu. Osmanlı Devleti, 1709’da gerçekleşen bu durumu ezeli düşmanı Ruslara karşı kullanmakta gecikmedi ve İsveç ile müttefik oldu.

Ruslar bu durumdan rahatsız oldular ve iki ülke arasındaki sorunlara bir yenisi eklenmiş oldu. Ufukta yeni bir Osmanlı-Rus savaşı görünmekteydi. Kırım Hanı Devlet Giray İstanbul’a çağrıldı ve Devlet Giray’ın sultana “Eğer bu düşmanın barışına güvenip tehlike haberleri ciddiye alınmazsa bütün Kırım elden gider ve bu durum, Rumeli’nin de elden çıkmasına neden olur, bu kafirin amacı İstanbul’dur; emriniz altında bulunan halklar ile aynı dili konuşur ve aynı düşüncededir.” diyerek uyardığı aktarılır.

Gelişmelerin sonunda Rusya’ya savaş ilan edildi ve 1711 yılının Nisan ayında Baltacı Mehmet Paşa komutasındaki ordu sefere çıktı. Savaş, Ruslar aleyhine gelişti ve Osmanlı ordusu galip geldi. Devlet Giray’ın savaşın bitirilmemesi ve Rus ordusunun bütünüyle imha edilmesi yolundaki ısrarlarına rağmen Rusların barış önerisi kabul edildi ve belki de büyük bir fırsat kaçırılmış oldu. Prut’ta kazanılan bu zafer, Osmanlı’nın Ruslara karşı kazanmış olduğu son önemli savaş oldu dense yeridir. Büyük bir zafer kazanılmış ancak yapılan anlaşma zaferin büyüklüğü oranında bir kazanca dönüşmemiş, küçük birtakım kazançlar ile yetinilmişti.

Karlofça’dan Sonra Pasarofça... Bir Yüzyıl Böyle Geçti...

Karlofça ile başlayan çekilmeden sonra bir iki başarıya karşın 1718 yılında Avusturya ile imzalanan Pasarofça anlaşması, ikinci büyük darbe olarak tarihe geçti. Bu anlaşma ile Osmanlı Macaristan topraklarından hemen bütünüyle çekildi. Baş vezirin ordunun bozulmaya yüz yutan cephesine müdahale için “eşref saati” beklediği Varadin savaşında yaşanan yenilgi sonucunda yapılan bu anlaşma, Avusturya’nın pek çok isteğinin kabul edilmesi anlamına gelmekteydi.

1720’li yıllarda İran’ın Afganistan üzerinden gelen tehditlerle meşgul olduğu, ayrıca Osmanlı-İran arasındaki ilişkilerin de hareketlendiği görülür. 1722’de Tiflis, 1724’te Hemedan, 1725’te Tebriz, Urmiye ve Erdebil alınmış, bu arada Şah Tahmasp anlaşma önerisinde bulunmuş ancak sonuç alınamayınca Hazar kıyılarında Ruslara birtakım imtiyazlar verilmesi suretiyle onlarla anlaşma yoluna gitmiştir. Osmanlı-İran ilişkileri sürekli bir al-ver biçiminde yüzyıllar boyu sürdü. Bu yıllarda alınan topraklar çok geçmeden yeniden İran Türklerinin eline geçti.

Bu yıllar, tarihimizin Lale Devri ve Damat İbrahim Paşa’nın baş vezirlik yıllarıdır. Eğlenceleri ve şair meclisleriyle ünlü yılların sonu yine bir isyanla geldi ve ünlü Patrona Halil İsyanı, Lale Devri’ni bitirdi. İsyanın sonunda başta Damat İbrahim Paşa olmak üzere Lale Devri’nin önde gelen devlet adamlarından pek çoğu öldürüldü ve sultan tahtını yeğeni 1. Mahmut’a bırakmak zorunda kaldı. Lale Devri’nin sembol mekânı olan Kâğıthane bölgesindeki onlarca yalı ve köşk yıkıldı ve bir dönem oluşan kültür birikimi yok edildi. Devlet katındaki istekleri bitmek tükenmek bilmeyen isyancıların ele başlarından on sekiz tanesi, kendilerine birtakım görevlerin verileceği vaadiyle saraya davet edildi ve burada kurulan tuzakla öldürülüp cesetleri sokağa atıldı.

1736 yılında Rusya Azak kalesine saldırarak anlaşmayı bozdu ve Avusturya ile de ittifak yaparak yeni bir savaş başlattı. Pek çok cephede savaşlar oldu ve sonunda Osmanlı galip geldi. Yapılan barışın sonunda ise Belgrat bir kez daha Osmanlı’ya geçti. Avusturya’nın yalnız başına barış yapması üzerine Ruslar da aynı yolu izledi ve arada yeni bir anlaşma imzalandı.

1. Mahmut’un ölümünden sonra tahta 3. Osman geçti, Osmanlı sultanlarının en siliklerinden bir olan bu padişahın pek çok garip hali tarihlerde kayıtlıdır. Hiç kimseye güvenmez, sık sık baş vezir değiştirir, hiç alışılmadık şeyler yaparmış. Baş vezir Hekimoğlu Ali Paşa’nın yanına başka kişileri de yerleştirip onu kontrol altında tutmak isteği, baş vezirin hoşuna gitmez ve itiraz eder. Bunun üzerine sultan “Ben, seni şimdi azleder, hamallar kethüdası Ali ustayı vezir edinirim.” deyince o da bir devlet adamı olarak “Evet, yaparsınız, ancak Hammal Ali Paşa olur, Hekimoğlu Ali Paşa olamaz.” der ve görevden uzaklaştırılır. 1756 yılında ölen Sultan Osman’ın yerine 3. Mustafa tahta çıktı. Selefine göre ileri görüşlü olan 3. Mustafa’nın baş veziri Koca Ragıp Paşa da iyi bir devlet adamı olarak dikkat çeker. Devletin tepesindeki bu ikili, Avrupa’da olup bitenleri anlamaya ve takip etmeye çalışmış, devleti yeni koşullara ve zamana uygunlaştırma çabası göstermişlerdir.

1770 yılında Çeşme limanında Osmanlı donanmasının bütünüyle yakılması, bu yüzyılın büyük felaketlerinden biri olarak anılır. Bu olayda İngilizler etkili olmuş ve Rus-İngiliz iş birliği ile Osmanlı zor zamanlar yaşamıştı. Rus donanmasının Adalar Denizinde görülmeye başlaması da bir başka önemli konu idi. Aynı yıllarda Ruslar Kırım’ı da iyice sıkıştırmaya başlamış ve 1771’de Kırım, Ruslar tarafından istila edilmişti. 1. Abdulhamit’in saltanatının ilk yılında, 1774’te yapılan Küçük Kaynarca anlaşmasıyla Kırım’ın bir bölümü Ruslara bırakıldı, kalan bölüm de hemen bütünüyle Osmanlı egemenliğinden koparılıp Rusların bir sonraki hamlesine hazır duruma getirildi. 72 yıl içinde yapılan Karlofça, Pasarofça ve Küçük Kaynarca anlaşmaları artık sonun iyice yaklaştığının devlet tarafından da imza altına alınmış belgeleriydi.

1774 yılında Osmanlı’da ilk Riyaziye (Matematik) mektebinin kurulduğu görülür. Bu okulun hocaları; Baron de Tot (Fransız), Kampel Mustafa (İngiliz) ve Kermorvan (Fransız)’dır. 1776 yılında Fransa’dan getirilen uzmanlarla Mühendishane açıldı.

1783’te Kırım bütünüyle işgal edildi ve artık yüzyılların Türk yurdu, Rusya sınırları içinde gösterilmeye başlandı.

Bu yüzyılın kısa özeti; Osmanlı-Avusturya, Osmanlı-Rusya, Osmanlı-İran mücadeleleridir. Yüzyıl içinde Mısır’da da birtakım hareketlenmeler görüldü ve devlet, yüzyıllardır elinde tuttuğu ülkeleri bırakmak zorunda kaldı ancak bir yandan da yenileşme ve toparlanma için çabalar gösterildiği, bazı aydınların devletin kurtuluşu için çareler aradığı, birtakım raporlar yazdıkları görüldü.