Vahit Türk

Tüm yazıları
...

MİLLİYETÇİLİĞİMİZİN KAYNAKLARI-92

12.06.1960 Sivas/Gürün Sarıca köyü doğumlu olan Vahit Türk ilk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamladı. 1983 tarihinde Prof. Dr. Zeynep Korkmaz danışmanlığında hazırladığı “Hüseyin Nihal Atsız’ın Ruh Adam Romanında Dil ve Üslup” adlı tezini vererek Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden mezun oldu.

1987 yılında Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun yönetiminde hazırladığı “Hatiboğlu Bahrü’l-Hakayık - Transkripsiyon” adlı teziyle yüksek lisansını, 1990 yılında Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Tuncer Gülensoy yönetiminde hazırladığı “Ali Şir Neva’i Mecalisü’n-Nefais İnceleme-Metin-Dizin” adlı teziyle de doktorasını tamamladı.

Fırat Üniversitesi, Trakya Üniversitesi, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi (Kazakistan), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi’nde değişik akademik kadrolarda görev yaptı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Gaziantep Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı gibi idarecilik görevleri yaptı.

2006 yılında Sakarya Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak başladığı görevinden ayrılarak İstanbul Kültür Üniversitesi’ne geçti. Halen İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Öğretim Üyeliğine devam etmektedir.

İletişim:vahitturk1@hotmail.com

Vahit Türk

Cihan Hâkimiyetine Doğru

Sultan 2. Mehmet, Fatih olup devletine “büyük devlet” özelliği kazandırdıktan sonra her muzaffer başbuğ gibi yeni düşler kurdu ve hem kendisine hem de sonra gelecek olanlara “cihan hâkimiyeti” ülküsünü amaç olarak belirledi. Bu amaca ulaşmak için de devlette birtakım düzenlemeler yapıp yasalar koydu. Doğu Roma egemenlik altına alındıktan sonraki hedefte Batı Roma, yani İtalya vardı ve ünlü Otranto kuşatması bu amaca yönelik bir hamle olmuştu. Bir başka hedef ise Akdeniz’de Venedik ve Ceneviz egemenliğine son vermek olarak belirlenmişti. Bunun için de ciddi bir deniz gücüne gerek duyulmuş ve o yönde çalışmalar başlatılmıştı. O zamana kadar çok gerek duyulmadıkça denizlere açılmak düşünülmemiş, egemenlik bölgesinin Karadeniz, Adalar Denizi, Adriyatik Denizi ve Akdeniz ile bağlantılı olmasına rağmen devlet, bir kara devleti görünümünden çıkmamıştı. “Cihan hâkimiyeti” için kara gücü kadar deniz gücünün de gerekli olduğu anlaşılmış ve bunun oluşması için girişimler başlamıştı. Daha önce de denizlerde asker gücü bulundurulsa da bu, denizci milletlerin karşısında bir varlık gösterebilme yeteneğinden uzaktı.

Fatih’in asıl amacının Batı Roma’nın da ele geçirilmesi ve bütün tek tanrılı dinlerin yeryüzünde temsil edileceği tek devlet ortaya çıkması olduğu, onun sağlığında konuşulan ve bilinen bir durumdur.

Yine Taht Kavgası, Yine Yeniçeriler

Bu büyük sultanın ölümünden sonra da oğulları Cem Sultan ile Bayezit arasında taht kavgası baş gösterdi ve babasının toprak mülküyle ilgili uygulamalarını kabul etmeyen Bayezit, uygulamaları kesintisiz sürdüreceğini ilan eden Cem Sultan’a karşı galip gelip tahta oturdu.

Çandarlı ailesinden sonra saraydaki neredeyse tek Türk asıllı vezir olan Karamanlı Mehmet Paşa, toprak konusundaki uygulamaların suçlusu olarak ilân edilmiş ve bu durum ona karşı büyük bir kinin doğmasına yol açmış, bu Türk, saraydaki devşirmelerin de hedefine yerleşmişti. Bunlar, Karamanlı Mehmet Paşa’nın devşirme kökenlileri önemli makamlardan uzaklaştırdığını, bu makamlara bilginlerden ve kâtip sınıfından kimseleri getirdiğini düşünüyor ve rahatsızlıklarını ortaya koyuyorlardı. Sultanın ölümünden sonra babasının izinden gideceği düşünülen Cem’in tahta geçmesinden endişesi olan kul yani devşirme vezirler, yeniçerileri isyana teşvik edip İstanbul’daki havanın Bayezit’e dönmesini sağladı ve sonuçta beklenenin aksine Cem Sultan yerine 2. Bayezit Osmanlı tahtına oturdu. Yeniçeri isyanı uzun sürmüş ve bu sırada İstanbul’da yağmalama olayları da gerçekleşmişti. Görüldüğü üzere yeniçeriler, yalnız gerileme ve çöküş döneminde değil, hemen her fırsatta huzursuzluk kaynağı olmuşlar, padişahların tahta çıkarılmasında ya da tahttan indirilmelerinde saraydaki güç odakları tarafından da kullanılmaya uygun bir güç olarak görülmüş ve kullanılmışlardır. Fatih’ten sonra saraydaki güç sahipleri de genellikle devşirmeler olduğundan yeniçerilerin sık sık onların maşası durumuna düştükleri görülür. Fatih’in oğulları ile ilgili çıkarılan kargaşa sırasında da saraydaki Türk varlığının temsilcisi ve Cem Sultan’ın en büyük destekçisi olan Karamanlı Mehmet Paşa yeniçeriler tarafından öldürülmüş, bu da devşirmelerin büyük bir zaferi olarak kayıtlara geçmiştir.

Biri Oğuz Han, Öteki Korkut İdi...

Burada kişi adlarıyla ilgili de ilgi çekici bir durumdan söz etmek gerekiyor. Bayezit, Amasya’da, Cem ise Konya’da sancak beyi olarak görev yaparken Bayezit’in oğlu Korkut ve Cem’in oğlu Oğuz Han İstanbul’da dedelerinin yanında idi. Bir tür rehin tutma olan bu durum, şehzadelerin babalarına karşı isyan etmesinin önüne geçmek amacıyla alınmış bir önlem idi. Osmanlı sultanları içinde Yıldırım’dan sonra adı Türkçe olan yoktur. Adları Türkçe olan bu iki talihsiz şehzadenin de tahta geçememiş olması tarihin ve talihin garip bir cilvesi olmalı.

Talihsizlik Başlayınca Nerede Biter Ki...

Bilindiği üzere Cem Sultan tahtı ele geçiremeyince çok değişik bir hayat yaşamak zorunda kaldı. Mücadeleyi kaybedince önce Kölemenlere sığındı ve Kahire’den Mekke’ye gidip Osmanlı hanedanından hiç kimseye nasip olmayan hac görevini yerine getirdi. Yeniden Anadolu’ya dönüp şansını bir kez daha denedi ancak yine başarısız oldu ve bu kez Rodos şövalyelerine sığındı, oradan da önce Fransa’ya, daha sonra da İtalya’ya gitti. Osmanlı Devleti, Papa’nın Cem Sultan’ı kontrolde tutması için her yıl büyük miktarda para vermek durumunda kaldığı gibi Avrupa’da ciddi bir harekâta girişmekten de sakındı. Cem Sultan, Papalık nezdinde on üç yıl sürgün hayatı yaşadı ve 1495 yılında Napoli’de ölünce Osmanlı tarihinin en hüzünlü hikâyelerinden biri böylece sonlanmış oldu.

 Yeni Bir Baba-Oğul Mücadelesine Doğru

2. Bayezit hem meşrû bir sultan olduğunu göstermek hem yeniçeriler tarafından çok sevilen Gedik Ahmet Paşa’nın idamı dolayısıyla oluşan huzursuzluğu gidermek hem de babasının fetih hareketlerini sürdürmek amacıyla Boğdan seferine çıktı ve sefere giderken bugün de ayakta olan Edirne’deki Bayezit Külliyesinin temellerini attırdı. Bu çağda Karadeniz’in bir iç deniz olması yolunda epey yol alındı ve Osmanlı tarihinin yükseliş döneminin en sönük kişisi olarak kabul edilen 2. Bayezit, yerini doğuda baş gösteren ve Osmanlı’yı tehdit eden tehlikeleri ortadan kaldırmak için büyük çaba gösterecek olan oğlu 1. Selim’e bırakmak durumunda kaldı.

Trabzon’da sancak beyi olarak görev yapan Selim, Safevilerin Anadolu’daki faaliyetlerinden ve isyanlardan endişeleniyor ve artık yaşlanmış olan babasının yerine geçmek üzere birtakım girişimlerde bulunmaktan çekinmiyordu. Bu durum, yeni bir taht mücadelesinin de habercisiydi. Babasından izinsiz yaptığı hareketler dikkat çekmiş ve İstanbul’da da endişe doğurmuştu. Kardeşi Ahmet’in tahta geçirilmek istendiği duyumlarını da almıştı ancak Şahkulu isyanındaki başarısızlığı dolayısıyla yeniçeriler ondan desteklerini çekmiş ve Selim’in yanında yer almışlardı. Yeniçerilerin bu davranışı bütün planları alt üst etmiş ve böylece Selim’in tahta giden yolu açılmış, yeniçeriler bir kez daha Osmanlı tarihinin akışının yönünü belirlemişlerdi. Selim, İstanbul’a gelip babasını ziyaret etti ve bu sırada yeniçeriler Selim’e biat edince devlet erkânı 2. Bayezit’e tahtı oğluna bırakması tavsiyesinde bulundu ve o da buna uyup sağlığında oğlunu tahta geçirmiş oldu.

Selim, Yavuz Selim Oldu

Selim, 24 Nisan 1512 tarihinde tahta çıkıp Sultan Selim oldu ve onun kısa süren sultanlığı daha çok doğudaki ve güneydeki Türk yurtlarına karşı yapılan büyük seferlerle geçti. Bu seferlerin bugünü de ilgilendiren önemli sonuçları oldu. Bunlardan en önemlisi 300 yıla yakın bir zaman Mısır merkez olmak üzere egemenliğini sürdüren Kölemenlerin tarihten silinmesi ve Suriye, Filistin, Lübnan, Ürdün, Mısır ve Arabistan gibi ülkelerin Osmanlı toprağı durumuna gelmesi idi. Mısır seferinin başka sonuçları da oldu. Bunlar; bütün Müslümanlar için büyük öneme sahip olan kutsal emanetlerin Osmanlı’ya geçmesi, halifelik merkezinin İstanbul olması, ayrıca üç büyük din için kutsal yer olarak kabul edilen Kudüs ve çevresinin de Osmanlı sınırlarına dâhil edilmesidir. Osmanlı sultanlarının halifelik sıfatını ne zaman kullanmaya başladıkları tam olarak çözüme kavuşmuş bir konu değildir ancak bu sıfatın on sekizinci yüzyıldan sonra önem kazandığı bilinir.

Tarihin Akışını Değiştiren En Önemli Neden: Ekonomi

Tarihçiler Mısır seferinin önemli nedenlerinden birinin Afrika’nın güneyini dolaşarak Hindistan’a ulaşan Avrupalıların önünü kesme düşüncesi olduğunu söyler. Bu düşüncenin önemli, hatta hayati gerekçeleri vardır. Bu yolun işlek duruma gelmesi, tarihî ipek yolunun hemen bütünüyle işlevsizleşmesi ve ticaretin açık denizlere kayması, dolayısıyla ipek yolu ile yapılan ticaretten elde edilen büyük gelirden yoksun kalınması anlamına gelecekti. Akdeniz’de önemli bir güç durumuna gelen ve dünya ticaretini kontrol eden güçler ile rekabete girişen Osmanlının, yeni duruma uyum sağlayamadığı takdirde üstünlüğünü sürdürme imkânı kalmayacaktı. Kölemenlerin Portekizlilerle mücadelesinden ve güneyden gelen Portekizlilerin kıyılardaki faaliyetlerindeki ısrardan daha önce söz edilmişti. Özellikle Batı Avrupalılar için denizcilik ve buna dayalı olarak gelişen sömürgecilik önemli bir gelir ve zenginlik kaynağı durumuna gelmeye başlamış, açık denizlerdeki faaliyetler her geçen gün artmış, bir yanda batı yönünden gidip Amerika kıtasına ulaşılmış, öbür yanda Afrika’nın güneyinden geçilip Arap yarımadası kıyılarına, İran ve Hint kıyılarından Çin kıyılarına kadar ulaşan bir yol açılmıştı. Zenginliğin kaynağını keşfeden Avrupalı, karşısına çıkan her engeli bir biçimde aşmaya, engel tanımamaya başlamıştı. Osmanlı da buna karşı önlemler geliştirmeye, karadan elde ettiği üstünlüğü denizde de sürdürmeye çabalıyor, güneyinin sarılmasını engellemeye uğraşıyor ve hayat damarlarının kesilmemesi için çaba gösteriyordu. Bu yüzden Osmanlı-Kölemen mücadelesini yalnızca iki devletin, daha doğru bir söyleyişle iki Türk devletinin savaşı olarak değerlendirmemek, Fatih’in açtığı ufkun sürekliliğini sağlamak, yani “cihan hâkimiyeti” kurmak için engelleri ortadan kaldırmak ve gelecekte tehlike doğuracak oluşumların önüne geçmek için yapılan bir hamle olarak düşünmek uygun olur. Tarihte olanlar bugünkü bakışla değerlendirildiğinde elbette değişik şeyler söylenebilir, farklı temennilerde bulunulabilir ancak olan olmuştur ve bugünkü düşüncelerimizin dilek ve temennilerden öte bir anlamı olmaz.

Yavuz Sultan Selim’in bir büyük hamlesi de yine bir başka Türk devleti olan Safevilere karşı oldu. Çaldıran’da karşılaşan iki büyük Türk ordusu ve dökülen yine Türk kanı oldu ve o gün açılan yara bugün de kanamaya devam ediyor. Türkler, İslam dinini benimsemelerinden çok önce olup biten bir konuda taraf oldu ve bu durum, ciddi sorunlarımızdan birinin kaynağını oluşturdu, üstelik oluşturmayı da sürdürüyor. Hz. Ali’ye yapılan haksızlık karşısında Abbasiler çağından beri tarafını belli eden ve Hz. Ali’nin çocuklarına yaşatılan korkunç olaylardan dolayı merhamet duygusuyla davranan, o acı olayı hiç unutmayan Türkler; devlet yöneticilerinin hâkimiyet mücadelesinin kurbanı oldu ve birbirinin kanını döktü. Bu olayları da bugünün bakışı ve düşüncesiyle değerlendirmek bize doğru sonuçlar vermez ancak olanlardan ders çıkarmak gibi bir sorumluğumuz olduğu da unutulmamalı, insanın gönül dünyasını ve ahlakını güzelleştirmek için var olan dinin ya da herhangi bir din yorumunun kan dökme, hele hele kardeş kanı dökme aracı olarak kullanılmaması gerektiği akıllardan çıkarılmamalıdır.

Osmanlı-Safevi mücadelesinin önemli sonuçlarından biri de Anadolu’da yaşayan pek çok Türkmen boyunun yaşadıkları yerleri bırakıp İran’a dönmesi, Türkmenlerden boşalan topraklara ise Irak ve İran’dan Kürt aşiretlerinin gelip yerleşmesi, dolayısıyla nüfus dengesinde değişmelerin yaşanması oldu.