12.06.1960 Sivas/Gürün Sarıca köyü doğumlu olan Vahit Türk ilk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamladı. 1983 tarihinde Prof. Dr. Zeynep Korkmaz danışmanlığında hazırladığı “Hüseyin Nihal Atsız’ın Ruh Adam Romanında Dil ve Üslup” adlı tezini vererek Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden mezun oldu.
1987 yılında Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun yönetiminde hazırladığı “Hatiboğlu Bahrü’l-Hakayık - Transkripsiyon” adlı teziyle yüksek lisansını, 1990 yılında Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Tuncer Gülensoy yönetiminde hazırladığı “Ali Şir Neva’i Mecalisü’n-Nefais İnceleme-Metin-Dizin” adlı teziyle de doktorasını tamamladı.
Fırat Üniversitesi, Trakya Üniversitesi, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi (Kazakistan), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi’nde değişik akademik kadrolarda görev yaptı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Gaziantep Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı gibi idarecilik görevleri yaptı.
2006 yılında Sakarya Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak başladığı görevinden ayrılarak İstanbul Kültür Üniversitesi’ne geçti. Halen İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Öğretim Üyeliğine devam etmektedir.
İletişim:vahitturk1@hotmail.com
Darbeyle Gelen Büyük Sultan
Halkın, başlık olarak sarık yerine fes kullanmasını istediği ve bu isteğini uygulamakta ısrarlı olduğu için “Gavur Padişah” olarak adlandırdığı 2. Mahmut, bütün Osmanlı tarihinin büyük sultanlarından biri idi. Bazı tarihçilerin onu Rusların büyük çarı Petro’ya benzetmesi gerekçesiz değildir. Otuz bir yıl gibi uzun süre tahtta kaldı ve bu süre içinde hem devleti hem de toplumu dönüştürmek için büyük bir mücadele verdi. Kendisi tahta bir darbeyle çıkmıştı, bu kadar uzun süre tahtta kalabilmesinin ve pek çok önemli işi başarmasının ana nedeni, Osmanlı soyundan tahta geçebilecek kimsenin bırakılmaması, dolayısıyla darbe yapmaya niyetlenenlerin elinde öne sürebilecekleri bir seçeneğin bulunmamasıydı. 2. Mahmut bu durumu oldukça iyi kullandı. Başta uzun süredir askerlikle değil de eşkıyalık ve serserilikle anılmakta olan, ayrıca hem devlet hem de toplum için sorun kaynağı durumuna gelen Yeniçeri Ocağının tarihe karıştırılması olmak üzere pek çok yeniliğin hayata geçirilebilmesi hem darbecilerin en önemli dayanaklarının ortadan kalkması hem de sultanın zaman içinde duruma bütünüyle hâkim olmasıyla mümkün olabilmişti.
2. Mahmut’tan başka bir seçenek olmamasının önemli bir sonucu da Osmanlı’nın sonuna kadar padişah olan oğulları; Abdülmecit, Abdulaziz ve torunları 2. Abdulhamit, Vahdettin’in doğrudan onun soyundan gelmesidir.
Neler Yaptı?
2. Mahmut çağında ortaya çıkan siyasi olaylar, çöküş döneminin bütününde yaşananlardan çok farklılık göstermez. Bu dönemin asıl dikkati çeken yönü, devletin ve toplumun çağın gidişinin bütünüyle ayırdına varması ve bu gidişe ayak uydurmaya çabalaması, sultanın bunu başarabilmek için büyük çaba harcamasıdır.
Hep olduğu gibi ilk düzenlemeler orduyla ilgili oldu ve Sekbanı Cedit adıyla yeni bir ordu kuruldu, ayrıca Yeniçeri Ocağı da düzenlenmeye çalışıldı ancak bu çaba, 2. Mahmut’u tahta geçiren Bayraktar Mustafa Paşa’nın kellesine mal oldu. Daha sonra yeniçerilerin önde gelenlerine âdeta rüşvet dağıtılmak yoluyla rızaları alınarak Eşkinci Ocağı adıyla yeni yöntemlerle eğitim yapan bir başka ordu oluşturulma yoluna gidildi. Ve yine “Din elden gidiyor.” naraları atılmaya başlanıp isyan çıkarıldı. Saray bu kez boyun eğmedi ve isyancılara yeni eğitim düzeninin şeriata, akla ve mantığa uygun olduğunu, herkesin söz birliği ve ulemanın izniyle kabul edildiğini, devletin yararlarının ve şerefinin bu eğitimlerin yapılmasına bağlı olduğunu, buna karşı gelmenin devlete karşı gelmek anlamı taşıdığını ve devletin karşı gelenleri ezip yok edecek güce sahip olduğunu bildirdi. Bu sözler isyancıları çileden çıkardı ancak devlet kararlılığını gösterdi ve 2. Mahmut, devlet ileri gelenlerini toplayıp onlarla durumu görüştü ve isyancılara karşı İslam olanların Sancak-ı Şerif’in altına toplanması istendi. Yeniçerilerin zulmünden yılmış olan halk bu çağrıya uydu ve uzun süreden beri “çeri” olmaktan çıkıp “haydut” vasfı kazanmış olan güruh bütünüyle yok edildi. Dönemin önde gelen aydın ve şairlerinden Keçecizade İzzet Molla, Vakayı Hayriye yani hayırlı olay diye adlandırılan bu durum için şu tarih dörtlüğünü yazdı:
Tecemmü eyledi meydan-ı lahme
Edip küfran-ı nimet nice bağı.
Koyup kaldırmadan ikide birde
Kazan devrildi söndürdü ocağı.
Bu önemli olayın ardında askerlik alanında başka pek çok düzenlemeler de yapıldı.
Çağdaş anlamda ilk nüfus sayımı da bu dönemde yapıldı. Nüfus sayımında erkekler sayıldı ve din esas alındı, yani kimin hangi dinden olduğu da kayıtlara geçirildi. Bu sayıma göre Rumeli topraklarında erkek olarak 800 000 Hristiyan, 500 000 Müslüman; Anadolu topraklarında ise 2 000 000 Müslüman, 400 000 Hristiyan tespit edilmişti. Toplam nüfus, bu sayıların iki katı olarak düşünülebilir ve bu sayılar daha sonraki zamanlarda yaşanan Rumeli Türklüğünün yok edilmesi ya da Anadolu’daki Ermeni nüfusun ne kadar olabileceği gibi pek çok olay ve durum için de bize bir fikir verecek niteliktedir.
Eğitim Alanında Yapılanlar
Bütün kaynaklar bu dönemde eğitime çok önem verildiği konusunda ortak bir düşünceye sahiptir. Medrese artık toplumu eğitme niteliğini büyük ölçüde yitirmiş, hatta pek çok isyanda isyancıların yanında yer almış, dünyadaki gelişmeleri izleyemediği gibi devletin yapmaya çalıştığı yeniliklerin de karşısında yer almıştı. Geçmişin çok önemli ve bilim hayatının bu seçkin kurumları, uzun zamandır asıl işlevinden, yani bilim gelişmelerinin öncüsü olma durumundan uzaklaşmış, dünyadaki gelişmeleri izleyemez olmuş, tam anlamıyla eskiyi tekrar eden ezberci bir eğitim yapan kurumlara dönüşmüştü. Bu kurumlarda görev yapanlar ve okuyanlar da devletin kendilerine tanıdığı ayrıcalıkları yitirmemek için rahatlıkla pek çok yanlışın içinde yer almış, zaman zaman isyancıların önünde yürümüşler, isyancılara fetvalar vermekte bir sakınca görmemişlerdi. Bütün bunlara rağmen devlet, medreselerin bütünüyle kaldırılması yoluna gitmeyi göze alamadı ancak onun dışında yeni eğitim kurumları oluşturma yoluna gitti ve bu kurumlarda yeni yöntemlerle yani usul-i cedit ile eğitim yapılmaya başlandı. Bu adlandırma, yani usul-i cedit, daha sonra da yaygın biçimde karşımıza çıkacak, Gaspıralı İsmail Bey’in eğitim anlayışının da adı olacaktır.
Eğitim alanında yapılan ilk işlerden biri; ilk öğretimin Batı’da olduğu gibi zorunlu olmasıydı. Bu, ne kadar başarıldı bilinmez ancak böyle bir karar verildi ve bu yolda çalışmalar başlatıldı. Yüksek öğretime öğrenci hazırlamak düşüncesiyle Rüştiye adıyla okullar açıldı, ayrıca devlet memuru yetiştirilmesi için de bir başka okul açıldı. Öğrencilerin başarılarına göre vakıf yönetiminden burslar verilmesi de alınan bir başka karar idi. Yeni kurulan ordu için subay yetiştirilmesi gerekliydi ve bunun için de Avrupa’daki örneklere uygun olarak Mektebi Harbiye açıldı. Bu okullar için gerekli ders kitapları da Batı dillerinden, özellikle de Fransızcadan çevrildi, daha sonra Türkçe kitaplar da yazılmaya başlandı. Batıdan ve Rusya’dan getirilen öğretmenlere çevirmenler aracılığıyla bu okullarda ders verdirildi.
Öncelikle ordunun sonra ise halkın sağlık gereksinimlerini karşılamak üzere Tıbhane ve Cerrahhane adlarıyla tıp okulları açıldı ve daha sonra bu okullar Mektebi Tıbbiyeye dönüştürüldü. Fransızca olarak eğitime başlayan bu okulun eğitim dili sonraki zamanlarda Türkçe oldu ve genel olarak son iki yüz yıllık tarihimizde, özellikle ise Türkçülük tarihinde bu okul öğrencilerinin oynadığı rolü başka hiçbir okul oynamadı dense yeridir. Bu okulda son derece önemli aydınlar ve bilginler yetişti ve bunlar milletleşme çağında son derece önemli görevler üstlendiler, Cumhuriyetimizin kuruluşunun kültür temellerinin oluşturulmasında etkili oldular.
2. Mahmut’un yaptığı önemli işlerden biri de Avrupa’ya öğrenci göndermek olmuştu. Bu da çok hoş karşılanmamış, padişahın ve hükümetin dinsizlikle suçlanmasına neden olmuştu. Ölüm de dahil olmak üzere her şeyi göze alarak geleceği kurtarma düşüncesiyle yapılan bu işler, devletin ve milletin sorumluluğunu omuzlarında taşıyan, neyi nasıl yapacağını bilen bir kişinin altından kalkabileceği işlerdir.
Türk aydınları Batı ile ilişkileri geliştirdikçe orada gördüklerini ülkeye taşıma çabasına girmişlerdi. Bu yeniliklerden biri de gazete idi. İlk gazetemiz de 2. Mahmut çağında Takvimi Vekayi adıyla çıktı. Bu, Fransızca ve Türkçe yayımlanan resmî bir gazeteydi.
İlk örneği Takvimi Vekayi olan gazete bizde diğer ülkelere göre çok farklı bir işlev gördü. Gazete ve dergilerimizin önemli işlevlerinden biri hem ülkemizde hem de öteki Türk yurtlarında yazı dilimizin yalınlaşmasında, ağır ve anlaşılmaz yazı dilinden uzaklaşıp halkın anlayacağı yalınlıkta bir yazı dilinin oluşmasında son derece etkili olmasıydı. Bu yayın organlarının ikinci büyük işlevi de yine bütün Türk yurtlarında düşünce hareketlerinin merkezliğini yapmaları, düşüncelerin yayılmasını sağlamaları oldu. Bir başka işlevleri ise Türk yurtlarının birbirlerinden haberdar olmasında köprü görevi yapmak oldu. Yirminci yüzyıl başlarında gazete ve dergilerin oynadığı rolü anlamadan dönemin tarihini yazmak mümkün olmaz.
Enver Ziya Karal Osmanlı Tarihi’nde 2. Mahmut dönemini anlattıktan sonra değerlendirme bölümünü şu cümlelerle sonlandırır: “2. Mahmut, düzen çalışmalarında, bir adamın birkaç arkadaşıyla, cahil, geri kalmış, maariften nasibini almamış bütün bir cemiyet ile muhteşem bir savaş halinde görünür. O, bu savaşın kalbinde duyduğu parlak neticelerini görmedi. Fakat devrinin geriliğine rağmen yılmadan ve korkmadan savaşmakla benimsediği modern duygu ve düşüncenin büyük ilerlemeler kaydetmesini sağladı ve gelecek için yol açtı.”
2. Mahmut, bütün Osmanlı tarihi dikkate alındığında en büyük dönüşümleri başaran ve bugünümüzü borçlu olduğumuz bir aydın kuşağın yetişmesinin temellerini hazırlayan, Türk tarihinin büyük kişiliklerinden biri olarak tarihteki yerini aldı. Yirminci yüzyıl başlarındaki dünyanın yeniden yapılanması ve biçimlenmesi mücadelesinde bizim dışımızdaki Türk yurtlarının başarısız olması, bizim bir devlet sahibi olabilmemizin temelindeki etkenlerden birinin 2. Mahmut’un bu ileri görüşlülüğü ve ufuk genişliği olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Tanzimat
2. Mahmut’un ölümünden sonra oğlu Abdülmecit tahta geçti. Yeni sultan da başa geçer geçmez birtakım sıkıntılarla yüz yüze kaldı. Ordu, Mısır ordusuna yenilmiş, donanma da teslim olmuştu. Sultan, babasının izinden gitmeyi düşünüyor, bunun için de uygun devlet adamlarıyla çalışmayı istiyordu. Bu düşüncelerle hem devleti hem de Avrupa’yı oldukça iyi tanıyan, İngiltere ile Fransa’da elçilik görevlerinde bulunmuş, devletin Mısır ile sorunlarını çözme çabaları içinde yer almış, o sıralarda dış işlerinde görevli Mustafa Reşit Paşa ile çalışmayı seçti.
Hem İngiltere’nin hem de Fransa’nın yönetim düzenlerini iyi incelemiş ve yakından tanımış olan Mustafa Reşit Paşa, on sekizinci yüzyılın başlarından beri süregelen düzenleme çabalarının tamamlanması anlamına geleceğini düşündüğü Gülhane Hattı Hümayununu yayımladı. 3 Kasım 1839 tarihinde yayınlanan bu bildirge, Tanzimat Fermanı adıyla ünlü oldu. Bu fermanda kısaca devletin geçmişinde söz edilir ve yeni yasaların dayanakları belirtilir. Buna göre:
1.Müslüman ve Hristiyan bütün halkın ırz, namus, can ve mal güvenliğinin sağlanması,
2.Verginin düzenli usule göre ayarlanması ve toplanması,
3.Askerlik görevinin düzenli bir usule bağlanması gibi devlete çekidüzen vermeye, keyfiliği sınırlamaya yönelik pek çok önlem sıralanır.
Müslümanlarla Hristiyanların yasalar karşısında eşitliği, bu fermanın en çok tartışma yaratan konusu olmuştu.
1860’lara gelindiğinde yeni koşullara göre bir edebiyat anlayışı gelişmeye başladı ve eskiye oranla epey değişiklik gösteren bu edebiyat, Tanzimat Edebiyatı olarak adlandırıldı. Toplumdaki ve koşullardaki değişime uygun olarak edebiyatta da yeni konular işlenmeye, değişik sesler duyulmaya başlandı. Bu dönemin sakin sesi Şinasi, vatan ve hürriyet diye haykıran, insanların beyinlerine bu duyguları bağıra bağıra yerleştiren sesi ise Namık Kemal oldu.
Yeni çağın kavramları dillendirilmeye başlanmış, Fransız devrimiyle Avrupa’da yanan ateş, Osmanlı ülkesini de sarmış, Türkler dışındaki milletlerde başlayan hareketlilik yüz yıl sonra Türkleri de etkilemiş ve ümmet toplumundan millet toplumuna geçiş süreci başlamıştı. Bundan sonra yaşanacak olanlar, bu çerçevede gelişecek ve önce Hristiyanların, ardından Müslüman olan Arnavutlar ile Arapların bağımsızlık mücadelesine girişmeleri, Türklerin de o güne kadar pek tanımadıkları değişik duygular yaşamasına yol açacaktı.