Mehmet Hayati ÖZKAYA, 1959’da Van’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Adana’da, yükseköğrenimini Eskişehir’de tamamladı. 1982 yılından itibaren çeşitli liselerde edebiyat öğretmeni ve idareci olarak çalıştı. 1993-1995 yıllarında İtalya’nın Trieste şehrinde Yabancı Diller Enstitüsü’nde Türkçe okutmanlığı yaptı. Evli ve iki çocuk babası olan Özkaya’nın Kıssa-i Aşk, P.K 546- İdealist Bir Neslin Hikâyesi- ve Ateşi Yeniden Yakmak adlı kitapları vardır.
İletişim:m.h.ozkaya@hotmail.com
“… Kim bir kimseyi haksız yere öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur…” Maide Suresi -32. Ayetten
“Nefes alamıyorum,” diyerek inleyen adama bir yudum nefesi çok görenler, asırlardır süren hikâyenin ne ilk ne de son kahramanları olacaktır.
Çünkü onlar atalarından öğrendiklerini büyük bir sevap işlercesine yerine getirmekten sonsuz zevk alan dünün, bugünün ve yarının zavallılarıdır.
Hikâye şöyle başlamıştı:
Yıl 1619’du.
Avrupalıların istilasıyla keşfedilen Amerika kıtasının bakir toprakları, artık yine Avrupalıların özellikle Afrika kıtasındaki sömürgelerinden gemilere doldurarak getirdikleri insanların köle olarak kullanıldığı ve her türlü gayri insani muameleye maruz bırakıldığı bir yer olmuştu. Hem de kanunlar çerçevesinde haksız ve hukuksuz bir hayatın hüküm sürdüğü bir yer…
İnsanın insana kul olduğu, özgürlüğün sadece heykellerde kaldığı, birliğin, dirliğin ve de insanlığın unutulduğu, çok yıldızlı karanlık bir yer…
İşte bu, çok yıldızlı karanlık devletin 1705’te çıkardığı Virginia Kölelik Yasası’nda diyor ki: “Bu yönetim bölgesindeki tüm zenci, melez ve Kızılderili köleler taşınmaz mal olarak elde tutulacaktır. Herhangi bir köle efendisine karşı direnirse sahibi ıslah etmeye çalışırken asi köleyi öldürecek olursa, böyle bir kaza hiç olmamış gibi köle sahibi tüm cezalardan muaf tutulacaktır.”
Bu yasayla doğan ve kendini üstün bir yaratık gibi gören beyazların karanlık düşünceleri ne yazık ki yıllar, mevsimler, geçse bile değişmeden günümüze kadar sürmüştür.
Başta sosyal, kültürel ve ekonomik alanlarda olmak üzere bu coğrafyada kızıl ya da siyah derili insanlara yapılan ayrımcılık ile ilgili meydana gelen o kadar çok hadise vardır ki anlatılmakla bitmez. Aslında bu durum bütün insanlık tarihi için yüz kızartıcı, utanılacak bir durumdur.
Mesela Rosa Parks’ın yaşadıkları bunlardan sadece biridir. Hayat hikâyesini bir kenara bırakıp hafızalara kazınan şu olayı bir bakalım:
Toplu taşıma da dâhil birçok alanda ırk ayrımcılığının zirveye çıktı bir dönemde 1 Aralık 1955’te Rosa Parks işinden evine dönerken yasaların emrettiği gibi, otobüse ön kapıdan ücretini ödeyip arka kapıdan biner. Siyahîlere ayrılmış alandaki koltuklardan birine oturur. Otobüsün dolması üzerine aralarında Rosa’nın da bulunduğu bölümdeki siyahîlere beyazlara yer vermeleri söylenerek yerlerini boşaltmaları istenir. Herkes isteksizce şoförün dediğini yapsa da Rosa sadece cam kenarına çekilmekle yetinir. Bunun üzerine şoför Rosa’nın yanına gelerek kalkması gerektiğini, aksi takdirde polis çağıracağını söyler. Rosa’nın cevabı, “Ne isterseniz yapabilirsiniz” olur. Bunun üzerine Rosa Parks, Montgomery yasaları uyarınca tutuklanır. Bu haber hızla yayılır ve siyahîlerin geniş çaplı protestolarına sebep olur. Bu olaylardan sonra Papaz Martin Luther King, Montgomery’de otobüs boykotunu başlatır. Sonuçta paranın insandan önde geldiği bu ülkede şirketler gördükleri zarar karşısında daha fazla dayanamayarak otobüslerdeki ırkçı uygulamayı kaldırır.
Peki, bu olaydan sonra ABD’de her şey yolunda gider mi? Elbette hayır. Takvimler 28 Ağustos 1963’ü gösterdiğinde Martin Luter King 200 bin kişiye seslenip “I have a dream” benim bir hayalim var, diyerek ümit ve heyecan dolu bir konuşma yapar:
“Bugün size diyorum ki, dostlarım, şu ânın getirdiği güçlüklere ve engellemelere rağmen bir rüyam var benim.
Bir rüyam var. Gün gelecek, dört küçük çocuğum, derilerinin rengine göre değil, karakterlerine göre değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar.” der.
Ama maalesef bu rüya bugün, 2020’nin Mayıs’ında tatlı bir düş olmaktan çıkıp “Nefes alamıyorum” diyen George Floyd’un sesiyle bir kâbusa dönüşür... Korkarım ki bu kâbus, biz böyle sessiz, hissiz, kalpsiz kaldığımız sürece daha nice nefes alamayanların sesinde duyulacaktır.
Hâlbuki bizim toprakların Kaygusuz Abdal’ı 15. yüzyıldan günümüze seslenirken bütün insanlığa diyordu ki:
Bu Âdem dedikleri
El ayakla baş değil
Âdem mânâya derler
Surat ile kaş değil.
…
Gerçi et ve deridir
Cümlenin serveridir
Hakkın kudret sırrıdır
Gayre bakmak hoş değil