Mehmet Hayati ÖZKAYA, 1959’da Van’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Adana’da, yükseköğrenimini Eskişehir’de tamamladı. 1982 yılından itibaren çeşitli liselerde edebiyat öğretmeni ve idareci olarak çalıştı. 1993-1995 yıllarında İtalya’nın Trieste şehrinde Yabancı Diller Enstitüsü’nde Türkçe okutmanlığı yaptı. Evli ve iki çocuk babası olan Özkaya’nın Kıssa-i Aşk, P.K 546- İdealist Bir Neslin Hikâyesi- ve Ateşi Yeniden Yakmak adlı kitapları vardır.
İletişim:m.h.ozkaya@hotmail.com
“Eyvâh, bu bâzîçede bizler yine yandık!..
Zîrâ ki ziyân ortada, bilmem ne kazandık!..”(1)
Ziya Paşa
Aslında kelimeler de canlı bir varlık gibi kendi dünyalarında bizim yaşadığımız birçok şeyi tıpatıp yaşarlar. Yani alkışı da duyarlar terk edilişi de... Doğarlar, gelişirler; zamanla değişirler, bazen genişler bazen daralırlar ve bir zaman gelir ki isimleri sözlüklerde kalsa da canlılıklarını yitirip âdeta ölürler…
Dilbilimciler kelimelerin kökünü, ekini etimolojik açıdan bizlere sunmaya çalışırken bir kelimenin zaman içinde ne hâlden ne hâle geçtiğini, anlam daralmasına ya da anlam genişlemesine nasıl uğradığını ilmi gayretlerle ortaya koyarlar. Misal, “oğul” sözcüğü Göktürk yazıtlarında hem erkek hem kız çocuklar için “yavru” anlamında kullanılırken bugün sadece erkek çocuklar için kullanılarak anlam daralmasına uğramıştır. Nokta.
İyi ki şu nokta da varmış, yoksa aldık başımızı gidiyoruz. Baksanıza dilbilgisi dersi gibi bir giriş oldu.
Ha ne diyordum? Kelimeler de bize benzer. Elbette onların da içinde utangaç, sevimli, sert, kaba olanları vardır. Elbette onların içinde de bazıları gün gelir dillerden düşmez, şöhret sahibi olur, gün gelir ağza hiç alınmaz. Ne diyelim bir baht ya da gündem meselesi bu. Mesela bugünlerde bizim yaşadığımız coğrafyada zirveden inmeyen bir kelime var. Adı: Güven
Eski Türkçe’de “güv/göv/ köv/ köklerine getirilen “en/ mek” ekleri sayesinde ortaya çıkmıştır. Bir şeye inanmaktan, dayanmaktan, bel bağlamaktan gelen rahat ettirici duygu’dur güven. Maziden gelen bir sestir güven. “Güvenme varlığa, düşersin darlığa,” demiş atalarımız. Deyimlerimizde de baş tacı olmuş: Güvendiği dağlara kar yağmak, güveni sarsılmak gibi…
Kısacası bugünlerde dil tarlamızda “güven” kelimesi iyi ürün vermeye başlayınca iç - dış siyasette, ekonomide, çarşıda, pazarda, hayatımızın hemen hemen her tabakasında bir “güven”dir gidiyor. Sadece o gitse iyi, bir de onun türevleri var: güven-ilir, güven-ilmek, güven-lik, güven-li gibi… İşin garip tarafı, güven denen bu kelime bu kadar çok gündemde kalınca güvenirliliğini yitirmeye başladı. Toplum olarak dayanacağımız, bel bağlayacağımız, sığınacağımız “güven-li” bir bölge arar hâle geldik. Neden? Çünkü sabah akşam bütün haber kaynakları “güvenli bölge” konusunda yapılan ve yapılacak olan görüşmeleri bize canlı cansız yayınlarla aktarmakta.
“Türkiye’nin güvenli bölge planı, Suriye’nin kuzeyinde terör koridoruna izin vermeyecek. Fırat’ın batısın da olduğu gibi doğusuna da huzur getirecek. Ankara, barış koridoru oluşturmakta kararlı. Güvenli bölge için tüm planlar hazır…”
“Türkiye ve ABD Suriye’nin kuzeyinde güvenli bölge kurulması konusunda anlaştı…” Ne de olsa birlikten kuvvet doğar.
“Türkiye ile Rusya arasında güvenli bölge anlaşması… Taraflar, 10 maddelik bir anlaşma metninde mutabık kaldı.” Barışın ayak sesleri…
“Suriye’deki güvenli bölgede hayat normale dönüyor!” Yaşasın!
Üç gün sonra yayınların şekli değişiyor:
“Teröristleri Güvenli Bölge’den çıkaracaklarını taahhüt eden ABD, teröristlerle devriye geziyor…” Yuh olsun!
“YPG’li teröristler ‘güvenli bölge’de cirit atıyor.” Ee… Alışmış kudurmuştan beterdir.
“Millî Savunma Bakanlığı açıkladı: PKK’lı/YPG’li teröristler son 24 saatte havan, bombalı araç ve drone’larla toplam 19 taciz/saldırı gerçekleştirdi.” Hoppala!
Yapmayın Allah aşkına! Gazetecilik, habercilik yapıyoruz diyerek sıfırın altında da olsa azıcık nefes almaya çalışan güvenimizi tamamen yıkmayın, sarsmayın, rahat bırakın! Bakın bu gidişle size olan itimadımız, hiç kalmayacak haberiniz olsun!
Bizi sürekli ters köşe edip duruyorsunuz, istikbalimiz ile ilgili kaygılara düşüp tarihe koşuyoruz. Karşımıza birden Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1934’te söylediği şu söz çıkıyor:
“Türk! Öğün, Çalış, Güven!”
O hâlde güven için güvenmek için akıl gerek, düşünmek gerek, çalışmak gerek. Bıkmadan, yorulmadan, yürümek gerek, diyorum.
Devreye Mustafa Kemal Atatürk giriyor, yıl 1937. Ankara’da okuyan Bursalı gençlerin düzenledikleri Uludağ gecesinde şunları söylüyor:
(…)Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman bile durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan, her yaratılmış için doğal bir durumdur. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevî bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür.
Sizler, yani yeni Türkiye’nin genç evlâtları, yorulsanız bile beni takip edeceksiniz.( …)Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk gençliği amaca, bizim yüksek idealimize, durmadan, yorulmadan yürüyecektir.
Arkadaşlar!
Ben 1919 senesi mayısı içinde Samsun’a çıktığım gün elimde maddî hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk milletinin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevî bir kuvvet vardı. İşte ben, bu millî kuvvete, bu Türk milletine güvenerek işe başladım.”
Demek ki birilerine muhtaç olmadan, güveni ve güvenli bölgeyi kendi benliğimizde, kendi ana kaynaklarımızda arayacak, bulacak; aklın ve ilmin bereketli pınarlarından doyasıya içecek ve çok çalışacağız, tıpkı “Az zamanda çok ve büyük işler yaptık.” diyenler gibi Türkiye Cumhuriyeti’ni ilelebet payidar kılacağız.
Ne mutlu Türk’üm diyene!
(1) Eyvah, bu oyunda bizler yine yandık! Zararımız ortada, bilmem ki ne kazandık!..