Mehmet Hayati ÖZKAYA, 1959’da Van’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Adana’da, yükseköğrenimini Eskişehir’de tamamladı. 1982 yılından itibaren çeşitli liselerde edebiyat öğretmeni ve idareci olarak çalıştı. 1993-1995 yıllarında İtalya’nın Trieste şehrinde Yabancı Diller Enstitüsü’nde Türkçe okutmanlığı yaptı. Evli ve iki çocuk babası olan Özkaya’nın Kıssa-i Aşk, P.K 546- İdealist Bir Neslin Hikâyesi- ve Ateşi Yeniden Yakmak adlı kitapları vardır.
İletişim:m.h.ozkaya@hotmail.com
Sevgili okuyucu, bu yazıya Mevlana’dan bir hikâye ile başlayacaktım. Geçtim bilgisayarın başına. Anlatacaklarım dilimin ucunda. Tam anlatmaya başlıyordum ki aklıma birden Bûtîmâr kuşu takılıverdi.
Bûtîmâr kuşunu bilmem, bilir misiniz? Ben de eczacı Osman Kalın’dan öğrendim.
Çok zaman su kenarlarında bulunan ve balıkçıl denilen, sorguçlu, kırmızı gagalı bir kuşmuş. Pers-İran mitolojisinde adı geçen efsanevi bir kuş.
Bu kuş efsanelerde, tatlı su içmeyen, deniz suyu içen ama deniz suyu içerken de denizin bir gün kuruyacağından korkup su içmekten tamamen vazgeçen ve sonunda susuzluktan ölen bir kuş olarak anlatılmakta.
Bûtîmâr kuşu hakkında biraz malumat sahibi olunca, eyvah dedim, bu kuş; tavrıyla, düşünceleriyle sanki biraz bize benziyor. Baksanıza kuş, kuş olmaktan çıkıp boş yere tasa ve keder içine düşen, yok yere hüzne boğulan bir zavallıyı canlandırıyor sanki.
Vallahi tıpkı bizim gibi…
Biz de bugünlerde gereksiz bir kaygıyla, korkuyla ha bire söylenip durmuyor muyuz? Aşı ne oldu aşı? Vaka sayısı artışta. Virüs almış başını gidiyor. Ekonomi perişan. İşsizlik zirvede. Yok Montrö, yok Lozan, yok Türk’süz türkü toplulukları…
Bırakın Allah aşkına! Bu kadar telaşa ne gerek var? Hâlbuki yıllardır denizi seyreden Bûtîmâr kuşu gibi bu memlekette olup bitenleri gayet mutlu, mesut seyretmiyor muyuz, seyretmeye de devam etmiyor muyuz?
Şu son beş on yılda ülkemizde olup bitenleri sıralamaya kalksam bir Kıbrıs türküsü dinler gibi oluruz.
Ağaçlar kalem olsa
Yaprağı kâğıt olsa
Yazılmaz benim derdim
Deniz mürekkep olsa.
Daha dün okullarımızda “Andımız” tamamen yasaklanmadı mı?
Atatürk kabartması devlet madalyalarından çıkartılmadı mı?
Atatürk’e ve büstlerine saldırılar devam etmiyor mu?
Şimdi gelmiş, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Kültür Bakanlığına ait bazı korolardan “Türk” isminin kaldırılmasını kınıyoruz.
Doğrusu bu durumda ne desem bilmiyorum. Devir, garip bir devir! Ortada ne Hüseyin Nihal Atsız gibi cesur bir kalem var, devrin başbakanına açık mektup yazacak ne de TBMM'de yaptığı konuşmada “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız.” diyen bir Başbakan var.
Neyse, ben size Mevlana’dan bir hikâye anlatacaktım değil mi? Bu sefer ertelemeden anlatayım:
“Kulübesi delik deşik hâle gelmiş olan bir budala, her sabah evinden çıkarken taşlara tembihlerde bulunur ve şöyle der: Sakın, bana haber vermeden yıkılmayın ha! Sonra çoluk çocuk altında kalırız da mahvoluruz…
Yıllar ve yıllar bu ihtarlarla geçer. Nihayet bir gün kulübesinin yanına geldiğinde onun yıkıldığını görür. Gözyaşları içinde, kulübesinin enkazına döner ve ona , “Senelerce sana yalvarıp durdum: aman haber vermeden yıkılma diye, tembihlerde bulundum. Sen de bu sözlerimi dinler gibi göründün. Meğer bütün bunlar beni aldatmak içinmiş. Bu kadar yıllık hukuka riayet sence bu mudur? Yazıklar olsun sana!” demiş.
Hışımla söylenen bu laflar karşısında taşlar dile gelivermiş: “Haber vermeden mi yıkıldık, diyorsun be aptal? Her gün hâl diliyle sana yıkılacağız deyip duruyorduk ama bu sözlere kulak asıyor muydun sanki? Yaptığın iş, bizi susturmak için deliklere çamur atmaktan başka bir şey değildi. Şimdi ne cesaretle karşımıza gelip serzenişte bulunmaya kalkıyorsun?”
İşte anlatacağım hikâye buydu. Görüyorsunuz değil mi, budala adamın budalalıkları, sonunda taşları bile konuşturmuş. Nasıl, beğendiniz mi?
Aslında dünden bugüne yaşadıklarımız artısıyla eksisiyle tarihin hikâye antolojisinde çoktan yerini almıştır. Bize düşen o hikâyelerden ders çıkarmak. Sizce bu hikâyeden bir ders, yani kıssadan hisse çıkarılır mı? Gerçi, kıssadan hisse çıkarmak akıllı insanın kârıdır. Yani, biz git gide Bûtîmâr kuşuna benzemeye başladığımızdan, uğrunda can verecek kadar sevdiğimiz devletimizin kuruluşunun yüzüncü yılına yaklaşırken sarsıldığının farkına bile bir türlü varamıyoruz.
Yalnız ve yalnız semerini beğenmeyen eşekler gibi her gün semercinin ölmesi için dua ediyoruz da eşeklikten kurtulmak için hiçbir çaba sarf etmiyoruz. İçeriye vah vah, dışarıya eyvallah diyoruz.
Hâlbuki bir dal, kökünü inkâr ederek meyve veremez ki… Biz, “kökü mazide olan âtiyiz” diyerek geleceğe doğru yürürken asırlardır yeryüzünde var olan Türk milletinin bir ferdi olmaktan övünç duymalıyız.