12.06.1960 Sivas/Gürün Sarıca köyü doğumlu olan Vahit Türk ilk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamladı. 1983 tarihinde Prof. Dr. Zeynep Korkmaz danışmanlığında hazırladığı “Hüseyin Nihal Atsız’ın Ruh Adam Romanında Dil ve Üslup” adlı tezini vererek Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden mezun oldu.
1987 yılında Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun yönetiminde hazırladığı “Hatiboğlu Bahrü’l-Hakayık - Transkripsiyon” adlı teziyle yüksek lisansını, 1990 yılında Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Tuncer Gülensoy yönetiminde hazırladığı “Ali Şir Neva’i Mecalisü’n-Nefais İnceleme-Metin-Dizin” adlı teziyle de doktorasını tamamladı.
Fırat Üniversitesi, Trakya Üniversitesi, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi (Kazakistan), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi’nde değişik akademik kadrolarda görev yaptı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Gaziantep Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı gibi idarecilik görevleri yaptı.
2006 yılında Sakarya Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak başladığı görevinden ayrılarak İstanbul Kültür Üniversitesi’ne geçti. Halen İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Öğretim Üyeliğine devam etmektedir.
İletişim:vahitturk1@hotmail.com
Seçim ortamına girilen güzel ülkemizde aday listelerine girenlerin ve giremeyenlerin durum ve tavırlarını görünce olup bitenlerle ilgili bir şeyler yazma gereği hâsıl oldu diye düşünüp, uzak tarihle ilgili “Bize Göre” değerlendirmelerini bir süre erteledik ve yakın tarihte yaşanan birtakım olayları da hatırlayarak aydın tavrının nasıl olması gerektiği konusunda bir şeyler söylemeye, becerebildiğimiz ölçüde bir değerlendirme yapmaya gerek gördük. Gerçi bu aday belirleme işleminin demokrasiyle uzak yakın ilişkisinin olmadığının, demokrasi kavramı adına bir rezalet olduğunun herkes gibi ben de farkındayım ancak şimdilik durup izlemekten başka çare de yok. Parti genel başkanları kendi atadıkları delegelerin iradesine bile güvenmeyerek onlara dahi sorma gereği duymadan adayları belirleyip millete seçin diye dayatacak, dört kişi bütün meclisin kimlerden oluşacağını belirleyecek ve bunun adı da demokrasi olacak! Uygulamalara bakınca genel başkanların modern krallar olduğunu söylemek herhalde çok da yanlış olmamalı. Bu değerlendirmeyi yapmaya niyetlenince de İstanbul Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün büyük hocalarından merhum Muharrem Ergin’in 70’li yıllarda yazmış olduğu “Milliyetçiler, Korkmayınız, Birleşiniz” adlı kitabına başvurduk ve bu eserden hareketle o dönemde olup biten bazı şeyleri hatırlatma gereği duyduk.
Adı geçen kitap, Muharrem Bey’in 1974-75 yıllarında Ortadoğu gazetesinde yazdığı yazıların bir araya toplanmasıyla ortaya çıkmış. O dönemi yaşayanlar milliyetçi aydınların beş partinin birleşip hükümet kurması için nasıl canla başla çalıştığını, bu partiler üzerinde nasıl bir baskı oluşturduğunu, bazı genel başkanların nasıl bin bir dereden su getirip nazlandığını ve tarihe I. Milliyetçi Cephe Hükümeti olarak geçen hükümetin büyük ölçüde o aydınların baskısı sayesinde kurulduğunu bilir. O günün şartlarını ve sayıları çok da fazla olmayan milliyetçi aydınların çabalarını öğrenmek isteyenler için de bu kitap iyi bir kılavuzdur. Sayı demişken 1974 yılında yapılan seçimler sonucunda sağ cenahta yer alan partilerin bir araya gelip hükümet kurması için bir bildiri hazırlayan ve bunu imzalayıp kamuoyuna açıklayan İstanbul’un iki büyük üniversitesindeki milliyetçi profesör sayısının yalnızca on dört olduğunu söylersek durum daha iyi anlaşılır sanırım. Bugün ona benzer bir bildiriyi imzalayacak on dört profesörü pek çok üniversitede belki bir ya da iki bölümde bulmak mümkündür.
Merhum Muharrem Bey 7 Aralık 1974 tarihli “Korkmayınız Birleşiniz” başlıklı yazısının bir yerinde, dönemin sağ cenahta görülen parti yetkililerine şöyle sesleniyor: “Bu vazifenin yürütücülüğüne hasbelkader de gelmiş olsanız, onun hakkını vermeğe, milli davanın liderliğine layık olmağa mecbursunuz. Ya bırakır gider, ya layık olursunuz. Yüklendiğiniz iş oyun da oyuncak da değildir. Türk milleti, büyük kütleler siyaseti size bir meslek olarak oyalanasınız, meslek icra edesiniz diye değil, kendisini kurtarasınız diye vermiştir. Bunu unutamazsınız.
Nedir işiniz, nedir vazifeniz? İki vazifeniz vardır. Biri memlekette milli iradenin hâkimiyetini kemaliyle kurmak, diğeri Türkiye’yi tehdit eden tarihi tehlikeyi önlemek.”
Hoca yazısını “Yeter ki birleşiniz! Aman birleşiniz! Korkmayınız birleşiniz!” feryadıyla bitirir.
Peki şimdi Muharrem Bey’in bundan 44 yıl önce yazdığı yazılardan söz etme gereğini niçin duyduk?
Birincisi; bir aydının ülkesi için nasıl bir çaba gösterdiğinin örneği olsun diye, ikinci olarak da herkesin susup ortam dinlemesi ve gözlemesi yaptığı bir zamanda cesur birkaç bilim adamının kurduğu baskı ile bir hükümetin kurulabildiğinin hatırlanması, muhteris siyasetçilerin bile hizaya sokulabileceğinin görülmesi ve demokrasilerde sık sık duyulan “baskı grubu”nun ne demek olduğunun anlaşılması için.
Hoca ve arkadaşları beş benzemezi bir araya getirmek için uğraşıyor ve bunu başarıyor ancak ülkemizde bir süredir sanki özellikle ve kasten her şeyleri benzer olanlar dağıtılıp, benzemezlerin birleştirilmesi için bir operasyon yürütülüyor. Bu da herhalde son yılların en büyük garabeti olarak tarihe geçecek bir durumdur. Bir araya getirilen benzemezlerin en ufak bir sorunda dağılacağı ya düşünülmüyor ya da bunun için özellikle bu ameliyat yapılıyor. Benzemezlerin bir araya getirilmesinde ülke yararı varsa elbette getirilsin, ancak ‘benzerlerin’ dağıtılmasında ülke yararı da ülkü yararı da olmadığı oldukça açık ve herkesin anlayabileceği bir şey değil midir? Ülkenin teminatı olarak düşündüğümüz bu ‘benzerlerin’ dağıtılmasının, ülkenin geleceği için oluşturacağı tehlike acaba düşünüldü mü? Acaba küçük fikir ayrılıklarını gidermeye çabalamak yerine hemen ‘ihanet’ yaftasına yapışılması düşüncesizlikten mi kaynaklanıyor, yoksa işin içinde başka hesaplar mı var? Tepede estirilen ihanet rüzgârlarının tabandaki akisleri hiç değerlendirildi mi? Yoksa değerlendirildiği için mi yapılmakta?
Muharrem Bey, şahsı için hiçbir şey talep etmiyor, istediği şey, kendi düşüncelerine göre bütünüyle ülkenin selameti ve yararı için siyaset kurumunun üzerine düşeni yerine getirmesi. Bir aydın ve bilinçli bir vatandaş olarak kendini görevli hissediyor ve bundan dolayı da üzerine düşeni yapma çabası gösteriyor. Yani kısaca bir aydının yapması gerekeni yapıyor. Düşüncelerinin doğruluğu ya da yanlışlığı apayrı bir konudur ve bu durum bakış açınıza göre değişir. İşaret etmek istenilen şey, bir aydının ülke meselesinde ortaya bir ‘tavır’ koymasıdır. Aydın olmanın önemli gereklerinden biri, geçmişi ve zamanı yorumlayıp gelecek için düşünce üretmekse bir diğeri de kişiliğini koruyarak düşünceleri doğrultusunda tavır koyabilmek, bu uğurda mücadeleyi göze alabilmek ve esen ya da estirilen rüzgârlara göre yön değiştirmemek, insanlara yön gösterebilmektir.
Tarihimizde din ve bilim adamlarının siyasetçiler karşısındaki eğilip bükülmeyen, hatta onlara tepeden bakan tavırlarını anlatan, devlet adamlarının da bu durumu kabullendiği pek çok olay ya da menkıbe anlatılır. Bunlardan birini Ali Şir Nevâi Hayretü’l-Ebrar adlı eserinin 2495-2512. beyitleri arasındaki on sekiz beyitte şöyle nakleder: İmam Fahrettin Razi Harezm’e yerleşti, ancak Sultan Muhammet Harzemşah onu ziyarete gitmedi. Razi de bilgisinin değerini düşürüp ona gitmedi. Şah yaptığından utanıp pişman oldu, ancak Razi bunu dikkate almadı. Bir gün hamamda karşılaştılar. Şah alçakgönüllü biçimde “Ey bilgisinden herkesin yararlandığı insan, kıyamet hakkında bilgi verir misin?” dedi. Razi, “Kıyametin nasıl olacağını merak edene örnek bu hamamdır ve tam ona benzer, orada şah ile köle aynı olacak, herkes çırılçıplak olacak. Senin gibi makam ve varlık sahipleri içeri girince varı yoğu dışarıda kalacak, benim gibi bilgi ve amel ehli olanlarsa ne topladıysa yanında götürecek.” dedi. Türklüğün yol gösterici kutup yıldızlarının en aydınlıklarından biri olarak düşündüğümüz Ali Şir Nevâi konuyu şöyle bütünler: “Ey Nevâi, bilimi kendine amaç edin, eğer bilimin varsa şimdi de onunla amel eyle! Ey sâkî, bana her zaman bilim şarabından sun ki imam onu görüp hemen secdeye varsın. Bilim şarabından içenin ayağının altında yalnız Harezm değil, Harezmşah da toprak olur.”[1] Bir bilge kişinin haysiyetli duruşu ve Nevaî’nin bilgi ile ilgili düşüncesi bu şekilde aktarılmış.
Bu nakilde üzerinde durulan hususları şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Bir bilgin bir yere gidince o yerin en üst yöneticisinin, o bilginin bilgisinden yararlanmak için ziyaret edip hoş geldin demesi gerekir.
2. Bir bilginin yöneticinin ayağına gitmesi hoş bir durum değildir, eğer giderse bilgisinin değerini düşürmüş olur.
3. Yönetici durumu anlayıp pişman olmuş, ancak bilge bu durumu önemsememiştir.
4. Tesadüfen karşılaşıldığında ise konuşma isteği yöneticiden gelmiş, bilgin ona karşılık vermiştir.
5. Yöneticinin sorduğu soruya karşılık olmak üzere ibret verici bir “bilgi-makam” karşılaştırması yapılmıştır.
6. Sonunda da Ali Şir Nevâi kendi kendisine bilgiyle amel etmeyi öğütlemiş ve bilgi karşısında yalnız Harezm ülkesi değil bu ülkenin hakanı da yerle bir olur diyerek konuyu sonlandırmış, bilginin değerini vurgulu biçimde belirtmiştir.
Burada anlatılan olayın doğru olup olmadığını bilmiyoruz, aslında olayın doğruluğundan ziyade vurgulanmak istenen durum yani bilgi ile siyasetin ilişkisi önemli. Bilgi siyasetin değil, siyaset bilginin ayağına gitmeli ki yönetim daha düzgün yürüyebilsin ve bilgi ile bilgin de değerini ve saygınlığını korusun, ancak insan tabiatından dolayı genellikle bunun tersi olmuş ve olmaktadır. Ülkemizde zaman zaman cehaletin övüldüğünü görüp duyuyoruz. Cehalet övgüsüyle ve cahillere dayanarak hiçbir toplumun yükseldiği görülmemiş, insanlık tarihi böyle bir durumu kaydetmemiş, herhalde bundan sonra da kaydetmeyecektir.
Yüzyıllar önce Ali Şir Nevaî’nin ve 70’li yıllarda Muharrem Ergin’in ortaya koyduğu aydın tavrına toplumların her çağda büyük ihtiyacı olur ve aslında her çağda bir kısım aydınlar da bu görevlerini yerine getirir, dinleyen birileri etkili birileri bulunursa kısa sürede bunun sonuçları görülür ve yöneticilerin bilgiye değer verdiğini gören diğer insanlar da durumdan etkilenip onların tavırlarına göre vaziyet alırlar. Makam sahipleri genellikle bu tür hikâyeler anlatmayı sever, ancak iş uygulamaya gelince şişmiş olan benlikleri, çevrelerindeki dalkavuklar tarafından göklere çıkarılmış olan kibirleri devreye girer ve uyarılmaktan rahatsız olurlar. Haysiyetli bir aydının böyle durumlarda yapacağı şey, birkaç deneme yapıp etkili olamadığını gördükten sonra oradan uzaklaşmaktır. Durumu Hazret-i Nevâi ne güzel dile getirir:
Dehr işi tâ halk ile bolmış sitîz,
Hor durur âlim ve câhil azîz.
“Dünya’nın işi yaratılıştan beri kavga olmuştur, Bilginler hor görülüp cahiller ise aziz tutulmuştur.”
Hazret şu iki beyitte de çok tanıdık bir diplomalı tiple ilgili düşüncelerini veciz biçimde aktarır:
İt ki irür cîfede maksûd anga,
Bolsa murassa cüli ni sûd anga.
“Amacı leş olan köpeğe süslü giyecekler giydirmenin ne anlamı var.”
Dûn ki tapıp ilm riyâset üçün,
Hil’at itip hulle necâset üçün.
“Makam için bilim edinen alçak kişi, ipek örtüyle pislik örtmüş gibidir.”
[1] İlgilenenler için; Türk kültür tarihi açısından oldukça önemli gördüğümüz bu 3987 beyit hacmindeki değerli eser, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından bugünkü alfabemize ve Türkiye Türkçesine aktarılmış olarak 2015 yılında yayımlanmıştır.