Mehmet Hayati ÖZKAYA, 1959’da Van’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Adana’da, yükseköğrenimini Eskişehir’de tamamladı. 1982 yılından itibaren çeşitli liselerde edebiyat öğretmeni ve idareci olarak çalıştı. 1993-1995 yıllarında İtalya’nın Trieste şehrinde Yabancı Diller Enstitüsü’nde Türkçe okutmanlığı yaptı. Evli ve iki çocuk babası olan Özkaya’nın Kıssa-i Aşk, P.K 546- İdealist Bir Neslin Hikâyesi- ve Ateşi Yeniden Yakmak adlı kitapları vardır.
İletişim:m.h.ozkaya@hotmail.com
İSTİKLÂL YOLU
“Tanrım şahit, duracağım sözümde;
Milletimin sevgileri özümde”
Mehmet Emin Yurdakul
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk 1926 Haziran’ında “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır!” demiş. Neden böyle demiş, niçin böyle demiş demeden, yani İzmir suikastından, suikastçılarından falan bahsetmeden, sözün birinci cümlesini geride bırakıp hemen ikinci kısmına geçmek istiyorum.
Çünkü “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” sözü bir çekim merkezi gibi yıllardır hem bizi hem bizim gibi düşünmeyenleri oldukça yakından ilgilendirmektedir. Bizim gibi düşünenler derken kastettiğim, Türk devletinin ebet müddet ayakta kalacağına inananlar, bu amaç doğrultusunda yaşamayı şeref ve namus bilenlerdir dersek; bizim gibi düşünmeyenlerin niyetlerini de bir çırpıda açıklamış olmaz mıyız? Elbette oluruz, ama ben yine de bu konuda sizi, mazi, hâl ve istikbâl çizgisi içinde bulunduğumuz zamandan alıp yüz yıl öncesine götürmek istiyorum; yüz yıl sonrasına getirmek için…
Sene 1921 Mütâreke yıllarındayız. Osmanlı’nın payitahtı işgal altında. Anadolu’ya geçmek için Sirkeci’den vapura binen Yakup Kadri’nin sesi çınlıyor kulaklarımızda. “Vatan Yolunda”1 anlattıklarını dinliyoruz. “Sirkeci’den vapura bindiğim zaman sanki bir hapishanenin kapısından çıkmış gibi oldum. Biraz sonra artık ne İngiliz askerinin kepini ne Fransız subayının kasketini ne İtalyan Carabineri'sinin şapkasını görecektim. Artık, sokakta dolaşırken herhangi bir yabancı harp gemisinin sarhoş tayfaları tarafından rahatsız edilmeyecektim. Tramvaydan inerken sözde nizama aykırı bir harekette bulundum diye Arapyan Hanına2 tıkılmayacaktım ve her sabah, yazı masamın başına otururken Müttefikler arası sansürün korkusu kafam üstünde bir Demokles kılıcı gibi sallanmayacaktı.”
Yakup Kadrinin ağzından çıkan bu sözler, prangalarını kıran kürek mahkûmları gibi keyfince yol alırken o, artık “Her istediğimi yazabilecek, her istediğimi söyleyip yapabilecektim.” diyordu. Haklıydı, çünkü yaşadığı ortam insanı kahreden bir özelliğe sahipti. Aynı havayı teneffüs eden Yahya Kemal de aynı tarihlerde İstanbul’da şahit olduğu bir başka manzarayı şöyle anlatıyordu: “…Sabah Beyoğlu’ndan çıkarken kapılara, pencerelere bayrak asan, bağırıp çağrışan, âdetâ nümayiş eden insanlar gördüm. Senelerden beri görmediğimiz İngiliz, Fransız ve bilhassa Yunan bayrakları, mağazalara, apartman pencerelerine asılıyorlardı…”3
Öz yurdunda garip, öz vatanında parya olmak denen durum, işte tam da böyle bir durumdu. Ne var ki bu durumdan kurtulmak öyle pek kolay olmasa da ümitsiz olmak bize göre bir şey değildi. Ne diyordu Ziya Gökalp: “Yeis ruhları tahrip eden en tehlikeli düşmandır… Ferdin umutsuzluğu korkunçtur, fakat toplumun umutsuzluğu belki ondan yüz kere daha korkunçtur.”
Bu açıdan baktığımızda sanki “Türk milleti” ile “umut” ikiz kardeş gibidir. Çünkü tarih sahnesinde Türk milleti en kötü durumlarda bile umudunu yitirmeyen, öyle kolay kolay pes etmeyen, istiklâli için mücadele eden, bir millet olarak rol almıştır. Çünkü Türk’ün evlatları böyle karanlık zamanlarda kendi içlerinden milletin makûs talihini değiştirecek nice efsanevi kahramanlar çıkarmayı başarmışlardır ki saymakla bitmez… Misal mi? İşte en uzak tarihimizden, Bilge Kağan’ın söylediklerinden birkaç kelam:
“…Tanrı buyurduğu için, devletim, kısmetim var olduğu için, ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli kıldım. Fakir milleti zengin kıldım… Az milleti çok kıldım.” der. Dediklerini de yapar ve yatıklarını da gelecek nesillerin kulağına küpe olsun diye ebedi taşa yazar.
Evet, biz şimdi yeniden uzak tarihimizden yakın tarihimize dönelim ve Yakup Kadri’yle başladığımız yolculuğumuza kaldığımız yerden devam edelim.
“Sevinçten içim içime sığmıyordu. Benimle beraber vapura binen bir aile de aynı sevinç içinde gibiydi. Fakat bu vapurda en coşkun mutluluk gösterilerine asıl Karadeniz” e açıldıktan sonra şahit olacaktım. Birdenbire üst güverteyi millî türküler söyleyen bir alay genç kaplayacaktı. Yaşları on altı ile on sekiz arasında bu gençler, tehlike bölgesini geçer geçmez, kamaralarda veya ambarda saklı bulundukları köşelerden fırlayıp meydana çıkmışlar, aramıza katılmışlardı.
Yanlarına yaklaştığım zaman içlerinden birkaçının beni tanıdığını anladım. Sonra hepsi birden etrafımı aldılar. Heybeliada Deniz Mektebi'nden imişler. Bu yolculuğa kimseye haber vermeden çıkmışlar. Samsun’daki talimgâha gidiyorlarmış. Yegâne "ideal"leri -bu kelimeyi söyleyen onlardı- ne şekilde ne suretle olursa olsun Millî Mücadele'ye katılmakmış.”4
Hani deriz ya millet yediden yetmişe ayaklanmıştı. İşte o günlerde Türk milleti “İstiklâl Yolu”nda tam da böyle bir tablo meydana getirmişti. Cephede dövüşen Mehmetçiğin ardından gözünü kırpmadan giden ve ona destek olan Türk’ün ihtiyarı, genci, kadını hatta çocuğu bir kahramanlık destanı yazıyordu ki anlatmakla bitmez. Ama biz yine de bir parça anlatalım.
İstiklâl Yolu denilen yol, İnebolu- Kastamonu-Ilgaz- Çankırı- Kalecik- Ankara hattıydı. Bu hat üzerindeki yerler düşman ayaklarının basmadığı topraklardı. Karadeniz’deki limanlarımız ise düşman kontrolündeydi. Fakat İnebolu sahilinde bir liman olmadığı için burası işgal altında değildi. Halkı da Millî Mücadeleye büyük bir aşk ve heyecanla destek veriyordu. Yakup Kadri’nin yıllar sonra “Vatan Yolunda” adlı kitabında yer verdiği kahramanlık menkıbeleri de burada başlıyordu. İşte onlardan birini Nevzat Çeliker’den dinleyelim:
"9 Haziran 1921 gününü, bugün gibi bütün tazeliği ve canlılığıyla hatırlıyorum. Henüz dokuz yaşında bir çocuktum. Anadolu'nun kalbine, Ankara'ya tek muvasala (ulaşan) yolu İnebolu’dan geçmekteydi… İlkokulumuz denize dik inen sert bir yamacın üzerinde bir kartal yuvası gibi. Çoluğu çocuğu, ninesi ve dedesiyle herkesin gözü ufuklarda. Herkes sahil ve plajlara dökülmüş. Ara sıra hocamız sınıfın penceresinden Kerempe burnuna doğru ta uzakları gözlüyor. Herkesin bir tek düşüncesi var. Hepimiz sonsuz ufuklardan bir gemi bekliyoruz. Biraz sonra, hocamız büyük bir heyecanla: “Çocuklar, vapur göründü. Haydi, yar başına” diyor. Evet, biraz sonra gemi sahile yaklaşacaktı. Hepimiz o dik bayır ve yamaçlardan birer bayram çocuğu sevinciyle sahile koşarak Anadolu'da çarpışan kahraman Mehmetçiklerimize ulaştırılacak cephaneyi tahliye etmek üzere yarı belimize kadar sular içerisinde hasretle bekliyoruz.
Gemi sahilden 1 mil uzaktadır. Gözlerini budaktan esirgemeyen sert bakışlı, yağız yüzlü, cesur, vefakâr İnebolu kayıkçısının gür sesi erkekçe gürlüyor: “Kürek başına!” Bir anda denize açılan yüzlerce kayık korkunç dalgalar arasındadır. Bin bir müşkülatla kayıklara boşaltılan ağır cephane sandıkları, günlerce açlık ve uykusuzlukla mücadele eden kahramanların omuzlarına yüklenecek, oradan soluk benizli, yalın ayak on yaşına bile basmamış kız ve erkek köylü çocuklarının sürdüğü cefakâr ve mecalsiz öküzlerin çektiği kağnı arabalarına yüklenecektir. Dumanlı dağ başlarında yabani meyve ve otlarla beslenen bu kahraman Türk çocukları bu cephaneyi Ankara’ya, ölmez ve kahraman Mustafa Kemal’in tunç ordusuna teslim edecektir.”
İşte cephenin gerisindeki bu “Karınca ordusu” kadınıyla, erkeğiyle, yaşlısıyla hatta çoluk çocuğuyla yeni bir destan yazarken millî şairimiz Mehmet Emin Yurdakul da
“Biz devlerin, fillerin,
Diz çöktüğü kuvvetiz;
Eski yeni dillerin
Anlattığı milletiz!” diyordu.
Millî şairimizin bahsettiği bu millet, o günlerde nihayet Türklüğünün farkına varmış ve asırlar sonra kendi kimliğini önce kendi insanına sonra da bütün dünyaya anlatmıştı. Gerçi bütün dünya bizim kim olduğumuzu gayet iyi biliyordu da bizim insanımız kendinden bihaberdi. İşte size Yakup Kadri’nin Yaban’ romanından bir sahne:
“Bekir Çavuş: -Biliyorum beyim sen de onlardansın emme.
-Onlar kim?
-Aha, Kemal Paşa'dan yana olanlar...
-İnsan Türk olur da, nasıl Kemal Paşa'dan yana olmaz?
-Biz Türk değiliz ki, beyim.
-Ya nesiniz?
-Biz İslam’ız, elhamdülillah... ”5
Evet, o yıllarda mektep medrese yüzü görmemiş olan bu Anadolu köylüsü Bekir Çavuş’un neden böyle söylediğini, niçin Türklüğünden habersiz kaldığını birtakım bahanelere sığınarak belki hoş görebiliriz. Ancak Falih Rıfkı Atay’ın “Batış Yılları” adlı kitabında anlattıklarını okuyunca, içinde bulunduğumuz durumun ne kadar vahim olduğunu nasıl izah edebiliriz? Ne diyordu Atay: “Okullarda Arap’a Arap, Arnavut’a Arnavut, Rum’a Rum, Ermeni’ye Ermeni, fakat sıra bize gelince kendimize Osmanlı derdik.”6
İşte bundan dolayı “İstiklal Yolunda” yürümek oldukça güç, sıkıntılı ve zahmetliydi. Çünkü biz bu yolda hem düşmanı yenecektik hem de kimliksizliğimizi. Fakat bütün bunlara rağmen Ankara’ya ulaşmak ve bozkırın ortasında yeşeren Türk adlı bu fidanın yükselişine şahit olmak her şeye değerdi. Hele bu fidanın asırlar sonra kendi adını taşıyan bir devlet olarak anılması ayrı bir gurur kaynağıydı.
Bu gurur kaynağımıza yüz yıl evvel şahit olan bir Batılı yazarın söylediklerine bakın: “Dünyada bazı yerler vardır ki, orada bir ilahî nefha (güzel koku) eser, Vahdânîler için, Kudüs, Mekke; Cihangirler için Roma, Kartaca; Sosyalistler için Leningrad, Moskova bu neviden yerler olsa gerekir. Mazlum ve mağdur milletler için de ilahî nefhanın estiği yer Anadolu'nun en harap bir kasabası olan Ankara'dır.”7
Bozkırın ortasında yeşeren bu şehir için “Dikmen Yıldızı” nın yazarı Aka Gündüz de şöyle der:
Ankara, Ankara güzel Ankara,
Seni görmek ister her bahtı kara.
Senden yardım umar her düşen dara
Yetersin onlara güzel Ankara.
Burcuna göz diken dik başlar insin,
Türk gücü orada her zoru yensin,
Yoktan var edilmiş ilk şehir sensin,
Var olsun toprağın, taşın Ankara.
Millî mücadelenin son kalesi olan bu şehir, 13 Ekim 1923’te Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yeni Türk devletinin başkenti olarak bütün dünyaya ilan edilir. Bu tarihten on altı gün sonra da bu şehirde Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulur.
Ne var ki yoktan var olan bu devlet, bir asırdan beri daima Emperyalistlerin hedef tahtası olmaktan kurtulamadı. Çünkü onlar için Türkler bir “Şark Meselesi”dir. Bu mesele de ancak Türklerin Anadolu’dan Altay Dağları’nın ötesine, Orta Asya’ya geri gönderilmesiyle çözülecektir. Fakat bu amaçlarına yıllardır içeriden ve dışarıdan tezgâhladıkları çok acayip oyunlara rağmen bir türlü ulaşamamışlardır. Ulaşamayacaklardır. Çünkü büyük kumandan, büyük devlet adamı Gazi Mustafa Kemal Atatürk 30 Ağustos 1924’te Dumlupınar’da Meçhul Asker Anıtı’nın temel atma töreninde yaptığı konuşmada Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza kadar yaşayacağının müjdesini vermekteydi.
“…Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk Devletinin, genç Türk Cumhuriyetinin temeli burada kuvvetlendirildi, ebedî hayatı burada taçlandırıldı. Bu alanda akan Türk kanları, bu gökte uçan şehit ruhları, Devlet ve Cumhuriyetimizin ebedî koruyucularıdır… Bu anıt Türk yurduna göz dikeceklere Türk’ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, saldırışını, kudret ve iradesindeki şiddeti hatırlatacaktır!”8
Konuşmasının ilerleyen paragraflarında ise Türk Devletini yönetenlere ve yöneteceklere tıpkı Bilge Kağan gibi seslenir ve der ki:
“Efendiler! Artık vatan imar istiyor; zenginlik ve refah istiyor; ilim ve marifet, yüksek medeniyet; hür fikir ve hür zihniyet istiyor. Şeref, namus, egemenlik, gerçek varlık; vatanın bu isteklerini tamamıyla ve süratle yerine getirmek için esaslı ve ciddi bir surette çalışmayı emreder. Yüzyıllardan beri Türkiye’yi idare edenler, çok şeyler düşünmüşlerdir; fakat yalnız bir şey düşünmemişlerdir: Türkiye’yi! Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk milletinin uğradığı zararları ancak bir tarzda giderebiliriz. O da artık Türkiye’de Türkiye’den başka şey düşünmemek. Ancak, bu niyetle hareket ederek her türlü selâmet ve saadet hedeflerine vasıl olabiliriz.”9
Demek ki Gazi’nin 1924’te Dumlupınar’da yaptığı bu konuşma, o günlerde Türk milleti için yeniden dirilişin ve yükselişin reçetesi bugünlerde ise hiçbir zaman vazgeçilmeyecek yol ve yöntemdir.
1923’ten 2023’e bu yoldan sapmadan nice yüz yıllara…
1 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vatan Yolunda, İletişim Yay. İst. 1986, s.88
2 Dönemin cezaevi…
3 Yahya Kemal Beyatlı, Çocukluğum, Gençliğim Siyasi ve Edebî Hatıralarım, İstanbul Fetih Cemiyeti Yay. 1976. s.140
4 Yakup Kadri Karaosmanoğlu age. s. 89
5 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, İletişim Yay. İst. 1984 s.158
6 Falih Rıfkı Atay, Batış Yılları, Pozitif Yay. İst. 2012 s. 24
7 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vatan Yolunda s.103
8 Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, YKY. İst. 2010 s.141
9 Hasan Rıza Soyak, age. s.143