1938’de Urfa’nın Birecik İlçesinde doğdu. Aynı yerde ilk ve ortaokul öğreniminden sonra 1957’de Gaziantep Lisesini bitirdi. 1961’de Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli okullarda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. 1975’de İstanbul Ortaköy Eğitim Enstitüsü’nde öğretmenlik yaptı. 1976-78 İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. 1985’de Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesine öğretim görevlisi olarak geçti. Bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Anabilim Dalında doktorasını tamamladı. Sırasıyla Yardımcı Doçent, Doçent ve sonra Profesör ünvânlarını aldı. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde Din Sosyolojisi öğretim üyeliğinden emekli olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
Çalışmaları felsefe, sosyoloji, din sosyolojisi ve İslâmi sosyoloji çalışmaları üzerinde yoğunlaşmıştır. Evli ve üç kız babasıdır.
İletişim: sezenyumni@gmail.com
Burada İslam’ın iktisat anlayışını baştan sona inceleyecek ve anlatacak değiliz. Yanlış algılamadan doğan önemli noktalara temas edeceğiz.
İslam’ın iktisadî felsefesi, ‘verme’ üzerine kurulmuştur. Fert ferde, fert devlete, devlet topluma verecek, toplum da üyelerine verip onları mutlu kılacaktır. Allah rızası, Allah yolunda, Allah için Allah’a vermek, bu yolu izleyen bir anlam taşır. Yoksa Allah hiçbir şeye muhtaç değildir.
Verme işi ihtiyarî (serbest, özgürce, tercih ederek) olandan mecburi olana doğru kademelenmiş, ita’dan zekâta kadar derecelenmiştir. Genel adı ita ve sadakadır. Sadaka iki türlüdür. Biri ihtiyarîdir ve ferdîdir. Sadakanın zorunlu olanının adı zekât olmuştur. “Mallarından sadaka al!..” (Tevbe-103) emri zekâtı kastetmektedir. Alacak olan kimdir? Hz. Peygamber. Hz. Peygambere sadaka verilmeyeceğine göre (ki bunu en sade Müslüman bilir), buradaki sadaka resmileştiği için, çünkü Hz. Peygamber, peygamberliği yanında devleti temsil ettiği için, zekât emrolunmuş bir vergidir (Daha geniş bilgi için bkz. Yümni Sezen, Din Anlayışı, millidusuncemerkezi@com.tr. Misak sitesi). Zekât temizlemek anlamına gelir. Peki, mal, mülk, kazanç kirli midirler? Evet, sen farkında olursun veya olmazsın kirlidir. Kirliliğin sebeplerinden biri ölçü ve tartıya uyulmamış olabilmesidir. Hak kavramı yerine tam olarak gelmemiş olabilir. Varlık mizan (denge) üzerine kurulmuştur. Mizanı sağlamak gerekir. Satışa-alışa karışan kirliliği sadaka ve zekât ile temizlemek gerekir. Kirliliği doğuran sebeplerden bir diğeri emeğin çalınması olabilir. Bilerek-bilmeyerek çalınmış olan bu kısma bir ideoloji (Marksizm) artı-değer diyecektir. Adı ne olursa olsun, kazançta, mal-mülkte (miras yoluyla olan daha belirsizdir) birikmiş bir artı-değer (hak edildiği halde alınmamış bir pay) vardır. İşte bunun temizlenmesi gerekir. Bir defa İslam’da temel ilke şudur: “Servet, yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.” (Haşr-7). Yine Kur’an şöyle der: “Onların mallarında isteyen ve istemeyen için belirli bir hak vardır.” (Mearic-24, 25; Zâriyat-19). Hak, bir yardımın, isteğe bağlı bir iyiliğin dışında bir meseledir. Yerine gelmesi gerekir. Onun için ‘hak’ kelimesi kullanılmıştır. İsteyen, istemeyen yoksul ve muhtaç olanlar, orada hak sahibidirler. Benim kazandığım, biriktirmiş olduğum, yatırıma sunduğum şeylerde, başkası neden hak sahibi olsun? Demek ki bir varlık haline gelen mal, mülk, para, açık veya gizlenmiş bir sömürüyü, bir hak geçirmeyi ihtiva edebilir. İşte bunun temizlenmesi gerekir. Bu iş ya faizde olduğu gibi açıkçadır, ya da sonradan gizlenmiştir. Faiz de, aynı zamanda sınırı genişletilmiş bir artı-değerdir. Çünkü borçlunun sahip olduklarından veya üretimden bir eksiltme yaratır ve burada sömürme ve adaletsizlik vardır. Temizlenmeyi bazıları yapar, bazı kimseler yapmayabilir. O halde bu mecburiyeti yerine getirecek, adaleti sağlayacak bir düzene ihtiyaç vardır. Bu, devlettir. Böylece zekât bir vergi olarak karşımıza çıkmıştır. Taberî tefsirinde zekâta vergi demektedir. Muhammed Hamidullah da İslam Peygamberi eserinde aynı kavramı kullanmaktadır.
Kur’an’da zekâtın verileceği sekiz yer sayılırken de sadaka kelimesi geçmiştir ve bu sekiz yere dikkatli bakıldığında bu işin devlet işi olduğu anlaşılacaktır. 1. Yoksullara, 2. Düşkünlere (yaşlı ve hastalar gibi), 3. Memurlara (Devlet bürokrasisi. Sadece zekât memuru, yani maliyeci anlaşılmamalıdır), 4. Müellefe-i kulûba (kalpleri ısındırılacak olanlara, yani İslam’a alıştırılacak olanlara, yani eğitime), 5. Kölelere (hürriyetlerine kavuşmaları için. Bugün de açlıkla boğuşup iktisadî bağımlılık içinde olanlara), 6. Borçlulara (adil ve ahlaklı bir kredi sistemi), 7. Cihad edenlere (savunma sanayii), 8. Yolcuya (zengin veya fakir: Devletin turizm sektörü). Zekât, diğer birçok mesele gibi doğru dürüst anlaşılmadığından, kapitalist sistemin bir oyuncağı halinde kullanılmıştır. Elden ele... Mekke döneminde böyle olabilir. Zaten zekât ayeti gelmemişti. Yardımlar böyle yapılmasında zorunluluk vardı. Zekât emrinin gelmiş olduğu Medine döneminde devlet oluşmuştu ve Başkanı Hz. Peygamberdi. Zekât için memur, memura da ücret tayin etti. İlk halifeler döneminde de böyleydi. Zekât beytü’l-mala (hazineye) geçirilir, oradan ihtiyaç sahiplerine verilirdi. Hz. Ebubekir’e, zekât vermek istemeyen bölgelerin varlığı söylendiğinde, “savaşarak alırız.” demiştir. Zekât tevhid dininin diğer safhalarında da vardı. Hz. İsa’ya zekât emredilmişti (Bkz. Meryem-31). Toplumlar ve bunların temsilcisi devletler, vergisiz yaşayamazlar. Zekât, bir vergi olarak elden ele değil, devlete verilir. Devlet ihtiyaç yerlerini ve ihtiyaç sahiplerini bilir ve düzenini ona göre kurar. Eğer bunu yapamıyorsa, o zaten devlet değildir. İçinden çıktığı toplumun her şeyiyle (kültürel, iktisadi, hukuki, terbiyeci, ahlaki, dinî) temsil etmiyorsa, âdil değilse, o zaten devlet değildir. Müslümanlar devleti özellikle sosyal devleti hiç akıllarına getirmemişlerdir. Onu fethetmeye memur, görevi suçluyu cezalandırmaktan ibaret bir sosyal aygıt gibi görmüşlerdir. Bazı ibadetleri haksız yere zorlamada devleti kullanmışlardır. Fakat zekât söz konusu olunca devlet akıllarına gelmemiştir. Zekât bir ibadettir, o halde ferdî bir meseledir, imanla ilgili bir meseledir. Zekât bir ibadettir, nasıl vergi olur? Anlaşılmazlığın düğüm noktası burasıdır. Verecek durumdaysan vergi verirsin. Peki paran olursa kurban kesebilirsin, paran olursa hacca gidebilirsin, bunlar malî meseleye dayandığı halde nasıl ibadet oluyor da vergi ibadet olmasın? İnanmayanlar ve Müslüman olmayanlar ne olacak? Onlar da vergi veriyor. İbadette olmazsa olmaz bir manevî yöneliş ve başlangıç noktası vardır: Niyet. Hayvanı niyetsiz ve maksatsız kesersen ibadet olmaz. Yatıp kalkma hareketlerini niyetsiz ve maksatsız yaparsan namaz olmaz. Niyetsiz olursa aç kalmak oruç olmaz. Vergiyi hem Allah rızası için hem toplum için verirsen ibadet olur. İbadet niyetiyle vermezsen, vatandaşlık mecburiyetiyle verilen bir vergi olur. Bunun niyeti sırf hukuki, siyasi ve sosyaldir. Devlete vergi olarak verilen zekâtın nereye sarf edileceğini ne bilelim? Böyle deniyor. Şahsa verdiğimiz zekâtın bonzaiye veya gayri meşru bir yere gitmeyeceğinin garantisi nedir? En önemlisi, seçmediğiniz, bilemediğiniz yoksullar ne olacak? Onlara bir başkasının verdiğinden emin olabilir misiniz? Yakından başlama ilkesini elbette biliyoruz. Fakat yakınımızdan, bildiğimiz, tanıdığımız bir fakir bulamazsak, zekâtı yerine getiremeyecek miyiz? Bir küçük toplumda, gerçekten fakir kalmazsa ne olacak? Zekât ibadetini yerine getirebilmek için toplumda mutlaka fakir bulunmalıdır mı diyeceğiz? İslam’ın böyle bir hedefi olabilir mi? Bu ibadeti yerine getirebilmemiz için bir miktar fakir kimse gerekiyor. Böyle bir İslam anlayışı olabilir mi? İslam sürekli vermeyi, sürekli paylaşmayı, refahın adil bir şekilde yaygınlaşmasını istiyor. Devlet bunları sürekli yerine getirmek için vardır.
Eğer devletten şüphe içindeysek, devletin bizim kalitemizin bir yansıması olduğu unutulmamalıdır (Hadis: Nasılsanız öyle idare edilirsiniz): Vergi olarak kırkta bir (%2,5) az olmaz mı? Zekâtın %2,5’da dondurulduğunu nereden çıkarıyorsunuz? İslam bir oranın alt sınırını tespit eder ki, zekâtınkini Hz. Peygamber yapmıştır. Üst sınırını İslam, şartlara, zaruretlere, imkânlara bırakmıştır. ‘Üç kere’ de (en az üç kere) olduğu gibi. Zekâtın üst sınırını Allah bize vermiştir: İhtiyaçtan fazlası (Bakara-219). Bir sistemde fazla olan balın bile zekâtı hesap edilmişse (bkz. Tirmizî, Hadis-624), bu iş, fert-toplum-devlet üçgeni içinde yapılandırılmış demektir. Sonra bir işte zorunluluk var ise ve bu iş toplumu ilgilendiriyorsa, işin içinde devlet olacak demektir. Bildiğimiz, zekât Allah’ın bir emridir ve insan ve toplum hedeflenmiştir. Zaten Allah insanın ve toplumun menfaatine uygun olmayan bir emir vermemiştir. İşler, Allaha itaatle ilgilidir. “Namazı kılın, zekâtı verin, Peygambere itaat edin.” (Nisa-56). “Namazı kılın, zekâtı verin, Allaha ve Resûlüne itaat edin.” (Ahzab-33). Hz. Peygamber, “Eğer bana itaat ederlerse, mallarının zekâtını vermeyi, Allah’ın üzerlerine farz kıldığını bildir.” demiştir (Tirmizi 1, Hds-621). “... Biri Resulullaha sordu: Zekâttan başka üzerimize düşen mecburi bir şey var mıdır? Buyurdu ki, hayır. Ancak gönüllü olarak verilenler başka.” (Tirmizi 1, Hds-614). “Mallarıyla ve canlarıyla cihat etmek” Kur’an emridir (Tevbe-20; Nisa-95; Saf-10, 11; v.d.). Dikkat edilirse cihatta mal candan önce zikredilmiştir.
İyi anlaşılmadığı için ilke ve hedefleri gözetilmeyen, uyulmayan, İslam’daki iktisat alanını sorgulamayı özetlersek:
Aç ve açıkta olanları göre göre zenginleşmiş olanlardan paylaşmayı, adaleti, refahın yaygınlaşmasını nasıl bekleyebiliriz?