İletişim: sakinoner@hotmail.com
6. “Allah yerine Tanrı demek günahtır”:
Siyasal İslâmcıların bir iddiası da, ‘Allah’ sözünün İslami, ‘Tanrı’ sözünün ise İslami olmadığıdır. Hâlbuki her millette ‘Yaratan güç’ün adı farklıdır. , İngilizcede ‘God’; Farsçada ‘Hûdâ, Mevlâ, Yezdân’; İspanyolcada ‘Dios’; Almancada ‘Gott’; Fransızcada ‘Dieu’; Arnavutçada ‘Zot’; İbranicede ‘İlah, (Eloh), Rab’, Arapçada ‘Allah, İlâh, Rahman, Vedud, Cenap’tır. Türkçede ise ‘Tanrı (Tengri), Yaradan, Çalap’ olarak adlandırılmıştır. Her milletin sözcüğü kendine göre kutsal ve değerlidir. Türkler, İslâmı benimsemeden önce ‘Gök Tanrı Dini’ne inanıyorlardı. Bu dinde de tek Yaratıcı bulunuyordu ve Türkler bu Yaratıcıyı ‘Kök Tengri’ olarak adlandırmıştı.
İlk olarak Orhun Yazıtları’nda görebildiğimiz ‘Tengri’ sözcüğü, Türklerin 10. yüzyılda İslamiyet’i toplu olarak kabul etmelerinden sonra da, yüzyıllar boyunca ‘Yaratıcı’ya ‘Tanrı’ adıyla seslenmişlerdir. Bunun yanında ‘Mevlâ, Hûda, İlâh, Çalap, Allah, Rab’ gibi Yaratıcı adlarını kullanmakta da, sakınca görmemişlerdir. İnsanlar hangi dine inanırlarsa inansınlar, inançlarını kendi dilleriyle yaşamaları doğrudur. Peygamberimiz Hz. Muhammed de, İmamı Âzam Ebu Hanife de bunu ifade etmişlerdir. Atatürk de bunun için Kur’an-ı Kerim’in Türkçeye çevrilerek milletimizin dinimizi anlamasını ve bilinçli dindar olmasını istemiştir. Hoca Ahmet Yesevi 37 no’lu Hikmet’inde şöyle der: “Tengri teala sözin/ Resûlullah sünnetin/ İnanmağan ümmetin/ Ümmet demes Muhammed”. Yunus Emre ise bir şiirinde şöyle diyor:
“Çalap nurdan yaratmış canını Muhammedin
Âleme rahmet saçmış adını Muhammedin
…
Tanrı arslanı Ali sağında Muhammedin
Hasan ile Hüseyin solunda Muhammedin”
Kim İslam’ı Hoca Ahmet Yesevi’den ve Yunus Emre’den daha iyi yaşadığını söyleyebilir? Ziya Gökalp ise bir şiirinde ‘Tanrı’ ve ‘İlâh’ kelimelerini bir arada kullanmıştır: “Tanrımız tek bir İlâh / Yok bize başka penah / İkiye tapmak günah / Lâ ilâhe illallah.” Necip Fazıl Kısakürek yazdığı “Büyük Doğu Marşı”na Çile’nin ilk baskısında “Tanrının, alnından öptüğü millet! / Güneşten başını göklere yükselt!” demiştir. Fakat daha sonraki baskılarında Siyasal İslâmcıların eskisiyle birinci mısrayı “Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet” olarak değiştirilmiştir.
Azerbaycan Türkleri de Türkiye Türkleri gibi ‘Tanrı’ adını kullanmaktadırlar. Allah’ın 99 adından olmayan Farsça kökenli ‘Hûda’, ‘Mevlâ’ ve ‘Yezdan’ sözcükleri, İranlıların binlerce yıl önceki ‘zerdüştlük’ inancına ait sözcükler olduğu hâlde, Siyasal İslâmcılar bu sözcüklere itiraz etmiyorlar. Sadece Türkçe kökenli ‘Tanrı’ ve ‘Çalap’ sözcüklerine tepki gösteriyorlar. Bunun adı, Türk düşmanlığıdır. Türkiye’de Türk düşmanlığı yapanlar, doğrudan Türklüğe hakaret etmekten çekindikleri için bu düşmanlıklarını din üzerinden yürütmektedirler.
Eski Diyanet İşleri Başkanlarından Prof. Dr. Süleyman Ateş bir röportajda kendisine “Bir yazınızda Allah’tan hep Tanrı diye bahsetmişsiniz. Tanrı yoktur, ancak Allah vardır. Bunu bilmediğinizi sanmıyorum” denilince demiş ki: “Size göre Tanrı yoktur, bana göre vardır. Çünkü ben Türküm, Türkçede Allah’a Tanrı derler. 600 yıl önce Süleyman Çelebi bile “Tanrı’dan yüz bin dürûd ile selam” demiş. 700 yıl önce Yunus Emre ‘Tanrı’ demiş, ‘Çalap’ demiş. Saraybosna Gazi Hüsrev Bey Kütüphanesi’nde bulunan 1000 yıl önce yazılmış Türkçe tefsirde ‘Allah’ yerine hep ‘Tanrı’ kelimesi kullanılmıştır. Burada Fâtiha’nın açıklaması şöyle başlıyor: “Bismillahirahmanirrahim: Başlarım adı ile Tanrı Teâla’nın ki, rızık vericidir, rahmet edicidir.”
7. “Lozan zafer mi, hezimet mi?”:
Türkiye Cumhuriyeti’ni itibarsızlaştırmak isteyen şer ittifakının hedeflerinden biri de, Lozan Antlaşmasıdır. Bu tartışmayı ilk olarak 1964 yılında ‘Lozan zafer mi, hezimet mi?’ isimli kitabıyla Kadir Mısıroğlu başlattı. Cumhuriyet’e karşı ilk fitne bu konuda çıkarıldı. Maalesef devlet yönetiminin başındakiler “Lozan’ı bize zafer diye yutturmaya kalkıştılar” diyerek bu tartışmada taraf oldular. Lozan tartışması konusunda Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın değerlendirmesi şöyledir: “Lozan, fevkalade yorulduğumuz, artık kıpırdama ihtimalimiz olmayan bir zaferden sonra imzalanmıştır. Lozan ne hezimettir, ne de büyük bir zaferdir. Diplomasinin zaferi olmaz, olsa da Avrupa hiçbir zaman bunu Türklere tattırmaz. Kurtuluş Savaşı’nda süngümüzü nereye dayadık ve nereyi geri fethettiysek ancak onları aldık. Zor şartlarda kazandığımız ve devam edemeyeceğimiz bir savaş için Lozan, I. Cihan Savaşı’nı bitiren bir uzlaşma örneğidir” dedi.
‘Lozan zafer mi, hezimet mi?’ tartışmasını başlatanların amacı, İstiklâl Harbi’ni ve Türkiye Cumhuriyeti devletini küçültmektir. Hâlbuki Lozan Antlaşması ile Türkiye açısından I. Dünya Savaşı sona ermiştir. Bu antlaşma ile maddeleri Osmanlı İmparatorluğu için son derece ağır olan Sevr Antlaşması geçersiz sayılmıştır. I. TBMM tarafından imzalanan ve II. TBMM tarafından onaylanan Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sınırları, egemenliği ve Misak-ı Millî, düşmanlarımız tarafından resmen kabul edilmiştir. İstiklâl Harbi’nde kazanılan askerî zaferler, Lozan’da siyasi zaferle sonuçlanmıştır.
8. “Hilâfet tekrar getirilecek mi?”
Türkiye Cumhuriyeti devletini yıkmak için mücadele eden şer ittifakının hedeflerinden biri de, ‘Türkiye’ye hilâfeti tekrar getirmek’tir. İddialarına göre; “3 Mart 1924’te lâğvedilmiş olan hilâfet hukuken Türkiye’de, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndedir.” TBMM, 1 Kasım 1922 günü kabul ettiği iki maddeden ibaret bir karar ile saltanatı kaldırmış ve altı asırdan bu yana devam eden Osmanlı Devleti’nin, İstanbul’un resmen işgal edildiği 16 Mart 1920’den itibaren tarihe intikal ettiği duyurulmuştur. Saltanatın kaldırılma kararının ikinci maddesinde bugünün Türkçesi ile “Hilâfet, Osmanlı Hanedanı’na ait olup halifeliğe Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından bu hanedanın ilim ve ahlâk bakımından en reşit ve en sâlih olanı seçilir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Hilâfet Makamı’nın dayanağıdır” deniyordu. Bu madde, bu ittifakın her fırsatta yücelttiği Dr. Rıza Nur tarafından kaleme alınmıştır.
TBMM, 3 Kasım 1924’te kabul ettiği 431 sayılı kanunla bu defa hilâfeti lâğvetti. Kanunun ilk maddesinde “Halife, hal edilmiştir. Hilâfet, hükümet ve cumhuriyet mânâ ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan, Hilâfet makamı mülgadır”; yani bugünün Türkçesi ile “Hükümetin ve cumhuriyetin anlamında ve kavramlarında hilâfet zaten vardır, dolayısı ile halife görevinden azledilmiş, hilâfet de kaldırılmıştır” deniyordu. Görüldüğü gibi, “Hilâfet bizdedir, Meclis’tedir, hükümete aittir, Cumhuriyet bu makamı elinde tutmaktadır. Hilâfet tekrar getirilebilir” şeklindeki iddiaların temeli, işte bu iki metni yanlış anlamaktan yahut 3 Mart 1924 tarihli kanunun, 1 Kasım 1922 tarihli kararı iptal ettiğini bilmemekten kaynaklanmaktadır.
9. “Osmanlı mı, Cumhuriyet mi?”:
Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı olanların gündeme getirdikleri tartışmalardan biri de, Cumhuriyet’i küçültmek ve Osmanlı’yı yüceltmektir. Bu zihniyettekilerin amacı Türkiye’dir. Cumhuriyeti’ni yıkıp, Osmanlı devletini yeniden ihya etmektir. Bir bayan milletvekilinin “Cumhuriyet 90 yıllık reklâm arası” beyanı, bir şahsın değil, bir zihniyetin ifadesidir. Bu zihniyettekilerin bir kısmı, devletin ‘Türkiye’ olan adının ‘Osmanlı’ olarak değiştirilmesini, milletin adını ‘Türk’ değil, ‘Türkiyeli’ olmasını istemişlerdir. Hâlbuki Osmanlı İmparatorluğu’nun resmî adı ‘Osmanlı’ değil, ‘Devlet-i Âliyye’ idi ve Batı dünyasında ‘Türkiye’ denirdi. Buna en güzel cevabı Sultan Vahideddin’in kızı Sabiha Sultan bundan yıllar önce şöyle vermişti: “İmparatorluk ayrı bir devirdi, fakat o da Türk’ün idi, bugünkü Cumhuriyet de Türk’ün malıdır.”(1)
Türk milliyetçileri, ‘Yeni Osmanlıcılar’ın ve ‘Siyasal İslâmcılar’ın Cumhuriyet’ten rövanş alma biçimindeki gizlenemeyen söylemlerinden ve eylemlerinden son derece rahatsızdırlar. Çünkü onlar Türk tarihini bir bütün olarak görürler. Bugüne kadar kurulan bütün Türk devletlerinin birbirinin devamı olduğunu, bu devletlerin düşmanlar tarafından yıkılmayıp, egemenliğin zayıflayan Türk hanedanından güçlü olan Türk hanedanına geçtiğini kabul ederler. Bu yüzden bütün Türk devletlerine aynı gözle bakarlar, aralarında ayrım yapmazlar. Türk milliyetçileri için Osmanlı neyse, Selçuklu, Karahanlı, Gazneli, Göktürk ve Hunlar aynıdır. Bu devletleri yöneten bütün devlet adamlarını hatası ve sevabıyla kabul ederler.
Türk milliyetçileri, Osmanlı İmparatorluğunu tarihimizin gurur duyulacak bir dönemi olarak görürler. Ama Osmanlı Devleti hatası ve sevabıyla mazide kalmıştır. Devletler de canlı organizmalardır, insanlar gibi doğar, gelişir ve devirlerini tamamlayınca tarih sahnesinden çekilirler. Osmanlı da tarihteki yerini almıştır, onu yeniden ihyaya çalışmak, her şeyden önce tarihin mantığına aykırıdır. Tarih ırmağını tersine akıtmak mümkün değildir. Türk milleti 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile dünyada seçkin ve yeni bir kimlik kazanmıştır. Bize düşen elbirliğiyle bu son Türk devletine sahip çıkmak ve onu yüceltmeye çalışmaktır. Çünkü bu devletin mensupları ve kurucuları da, çok gurur duyduğumuz Osmanlının torunlarıdır.
‘Yeni Osmancılar’a ve ‘Siyasal İslâmcılar’a tavsiyemiz, bir an önce tarihimizi bölücü ve ötekileştirici bu iddialardan vazgeçerek, Türk tarihinin bütünüyle, Atatürk’le ve Cumhuriyet’le barışmalarıdır. Atatürkçü, Cumhuriyetçi ve Ulusalcıların da, Osmanlıyla ve dini değerlerle barışmaları gerekir. Türk milleti; “dinî, millî ve çağdaş değerlerin sentezi”ni hayatına geçirdiği gün, büyük Atatürk’ün dediği gibi “muasır medeniyet ufkunda bir güneş gibi doğacaktır.”
10. Milli zaferlerin ve kahramanların karşılaştırılması
‘Osmanlıyı yüceltme ve Cumhuriyet’i etkisizleştirme’ politikasını sistemli bir şekilde sürdüren ‘Yeni Osmancılar’ ve ‘Siyasal İslâmcılar’ın milli birliği tehdit eden girişimlerinden biri de, ‘milli zaferlerin ve kahramanların karşılaştırılması’dır. Bir taraftan Atatürk’ün heykelleri ve büstleri meydanlardan kaldırılır, çeşitli saldırılara maruz kalırken, Atatürk ve İnönü isimleri şehirlerin statlarından ve kurumlarından siliniyor. Atatürk döneminde ve 2000 yılına kadar yapılan bütün fabrikalar ve sanayi tesisleri satılıyor. Sadece 2000 yılından sonra yapılan eserlere hayat hakkı tanınıyor. Yeni yapılan eserlere özellikle Osmanlı padişahlarının isimlerini veriyorlar. Niye Karahanlı ve Selçuklu hükümdarlarının adı verilmiyor. Onlar da Müslüman Türk devletleri değil mi?
Atatürk’ü sıradanlaştırmak ve Osmanlı tarihini ve padişahlarını öne çıkarmak için II. Abdülhamit ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili diziler yaptırılıyor: Çanakkale Zaferi, ‘Osmanlı’nın son zaferi’ olarak takdim ediliyor. Fakat bu zaferin kazanılmasında Atatürk’ün büyük rolü anlatılmıyor. O savaştaki subaylardan biri olarak gösteriliyor. Çanakkale Zaferi’ne karşı Kut’ül Amare Zaferi alternatif olarak öne çıkarılıyor. Son zamanlarda Atatürk’e karşı Enver Paşa’nın yüceltilmeye çalışıldığını gördük. Bir ara 23 Nisan Çocuk Bayramı ile Kutlu Doğum Haftası’nın aynı haftaya denk getirilerek milli bayramın dini bir ritüelle etkisizleştirilmeye çalışılmıştır. Vatanımızın düşman işgalinden kurtarılarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulmasına yol açan İstiklal Harbi, Kadir Mısıroğlu’nun ağzıyla ‘Uyduruk’ denilerek küçültülmeye çalışılmaktadır. Kadir Mısıroğlu’nun söyledikleri bir şahsın değil, bir zihniyetin ifadeleridir.
Aklımızı başımıza toplayalım, Türk devletlerini, Türk büyüklerini, Türk zaferlerini karşı karşıya getirip birini tutup diğerini atmayalım. Oyuna gelip Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı yapmayalım, yaptırmayalım. Bunun sonu bölünme, bağımsızlığı kaybetme, egemenliği paylaşma yani tek kelimeyle hüsrandır.
(1) Murat Bardakçı, Sabah Gazetesi, 18 Ocak 2015
(Devam edecek)