İletişim: sakinoner@hotmail.com
30. 12 Eylül’de en büyük zararı, ülkücülük gördü
1960’lı yılların sonlarından itibaren giderek hızlanan mücadele ortamında ülkücü şehitler verilmeye başlandı. Ruhi Kılıçkıran, Süleyman Özmen, Dursun Önkuzu ve Yusuf İmamoğlu ilk ülkücü şehitlerden oldular. Bu arada her meslek dalı ve sosyal birimle ilgili ülkücü teşkilat kuruldu. Bütün ülkücüler örgütlenmişti. Her ülkücü teşkilâtın bir de periyodik yayın organı vardı. Ülkü Ocakları en ücra noktalara, köylere kadar yayılmıştı. 1100 civarındaki şubesiyle dünyanın en büyük gençlik teşkilatıydı. Ocaklar, aynı zamanda ülkücülerin fikren yetiştirildiği bir mektepti. Türk tarihi, kültürü, Türkiye’nin meseleleri ile ilgili seminerlerin verildiği, yeni kitap ve dergilerin okunduğu kültür merkezleriydi. 1970’li yıllar ülkücülerle solcular arasındaki mücadelelerle geçti. 12 Eylül 1980 İhtilâli yapıldığında ülkücüler 5 bin şehit vermişlerdi.
Anarşi ve terör, 1980 yılı başlarında günde 20-25 kişinin öldürüldüğü boyutlara ulaştı. Halk sağcı ve solcu olarak ikiye bölünmüştü. Ölüm ülkede kol geziyordu. Böyle bir ortamda Türk Silahlı Kuvvetleri, 12 Eylül 1980 tarihinde emir-komuta zinciri içinde bir askerî darbe gerçekleştirdi. Bu darbe, 27 Mayıs 1960 İhtilâli ve 12 Mart 1971 Muhtırası’nın ardından Türkiye Cumhuriyeti tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime üçüncü açık müdahalesidir. 12 Eylül darbesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi, siyasi partiler kapatıldı, Anayasa uygulamadan kaldırıldı. Süleyman Demirel, Alparslan Türkeş, Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan tutuklandı.
12 Eylül 1980 İhtilâli’ni yapan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’dan oluşan Milli Güvenlik Konseyi; anarşi ve terörün bütün faturasını gençliğe çıkardı. Bu yüzden, Türk gençliğini yurt ve dünya meselelerinden uzaklaştırmak için ‘Apolitik gençlik yetiştirme’ politikasını benimsediler. Bu arada eğitimin her kademesinde her dersin müfredatına Atatürkçülükle ilgili konular koydular. Ama bunların hiçbiri Atatürk’ün düşüncelerini anlamaya ve yorumlamaya yönelik değildi. Sadece ‘Slogan Atatürkçülüğü’ mahiyetindeydi. 1983 Milletvekili genel seçimlerini kazanan Turgut Özal’ın liderliğini yaptığı Anavatan Partisi de ihtilâlcilerin bu politikasını benimsedi. Konsey, ülkücü ve solcu gençlerin hepsini hapse koymuştu. Meydan boşaltılınca, 1960’lı yılların ikinci yarısından 12 Eylül 1980’e kadar İzmir yöresinde faaliyet gösteren Fethullah Gülen Hareketi, İzmir dışına çıkarak bütün yurda yayıldı.
MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davası
Ülke genelindeki siyasi çatışma ortamı gerekçe gösterilerek gerçekleştirilen 12 Eylül İhtilâli ve ihtilâlin getirdiği siyasi şartlar, Türk Milliyetçiliği Hareketi açısından pek çok sıkıntının ve ıstırabın kaynağı olmuştur. 12 Eylül’de en fazla mağdur olan Alparslan Türkeş ve MHP’lilerdir. Çünkü solun sadece militanları tutuklanırken, Diğer illerde tutuklanan ülkücüler hariç, sadece Ankara’da başta MHP’nin bütün lider kadrosu, il ve ilçe yöneticileri ile ülkücü kuruluşların yöneticileri olmak üzere toplam 587 ülkücü tutuklanmıştır.
MHP ve Ülkücü kuruluşlar hakkındaki soruşturma sonrasında 945 sayfalık bir iddianame ile ‘MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’ açılmıştır. Bu dava, 5 yıl, 11 ay, 8 gün sürmüş, 333 duruşma yapılmış ve 7 Nisan 1987’de sonuçlanmıştır. Ankara 1 Numaralı Askeri Mahkemesinde görülen davada, MHP lideri Alparslan Türkeş’e 11 yıl, 1 ay, 10 gün hapis cezası verilmiştir. Partinin Genel İdare Kurulu üyelerinin tamamı beraat ederken, 5 sanık hakkında idam cezası verilmiştir. 150 sanığın beraat ettiği davada, 9 sanık hakkında müebbet hapis, 219 sanık hakkında 6 ay ile 36 yıl arasında değişen hapis ve 6 sanık hakkında da görevsizlik kararı verilmiştir. 3 sanık hakkındaki dava düşerken, 2 sanık da yargılama sırasında vefat etmiştir. Yargılama sürecinde kalbinden rahatsızlanan Alparslan Türkeş, 29 Mayıs 1983’den sonra bir müddet Mevki Askeri Hastanesi’ne kaldırılmış, 4 yıl, 5 ay, 28 gün tutuklu kaldıktan sonra tahliye edilmiştir.
‘MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’nın iddianamesi, MHP’de tecessüm eden Türk milliyetçiliği fikriyatını, faşizmin ve nasyonal sosyalizmin bir türevi gibi değerlendirme anlayışıydı. MHP lideri Alparslan Türkeş, 14 Ekim 1981 tarihli duruşmada, davaya ilişkin iddianamenin bastan aşağıya yalan ve iftiradan ibaret olduğunu belirtmiş ve söyle devam etmiştir: “Türkiye’nin maruz kaldığı ideolojik nitelikteki ve gayri nizami harp metotları ile yürütülen en büyük hıyanet saldırısı karsısında, dün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bağımsızlığını, ülkesi ve milletiyle bölünmezliğini, insan haysiyetine uygun yegâne rejim olan hukukun üstünlüğüne dayalı hür demokratik rejimi savunma yolunda her gün birkaç arkadaşımızı Hakk’ın rahmetine tevdi ederek, şehit vererek, meşruiyetten kıl payı ayrılmaksızın siyasi bir mücadele verdik. Devlet ve millet adına görev ifa eden bir makamda bulunan kişilerin milliyetçilik fikrini suçlamaları, milli birliği sabote edilmek istenen bu ülkenin geleceğinde tahripkâr neticeler doğuracaktır" değerlendirmesini yapmıştır.
Yeniden partileşme sürecinde yaşananlar
Siyasi partilerin yeniden kurulmasına izin verilmesi üzerine, Milliyetçi Hareket Partisi‘nin dışarıda kalan mensupları Danışma Meclisi üyesi Mehmet Pamak’ın başkanlığında 7 Temmuz 1983’te Muhafazakâr Parti’yi (MP) kurdular. Fakat aralarında Mehmed Pamak ve 25 arkadaşının Milli Güvenlik Konseyi tarafından veto edilmesi üzerine, MP 6 Kasım 1983 seçimlerine katılamadı. Muhafazakâr Parti’nin ismi, 30 Kasım 1985’te yapılan genel kurulda Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) olarak değiştirildi. MÇP, 28 Eylül 1986’da yapılan milletvekili ara seçimlerine katıldı, yüzde 10’luk oy barajını geçemediği için milletvekili çıkaramadı. 19 Nisan 1987’de yapılan olağanüstü kongrede, eski MHP Başkanı Alparslan Türkeş’in desteklediği ekip parti yönetimi seçimlerini kazandı. Genel başkanlığa ise eski MSP milletvekili Abdülkerim Doğru getirildi.
6 Eylül 1987’de yapılan halk oylamasının neticesinde siyaset yasağı kalkan Alparslan Türkeş MÇP’ye katıldı. 4 Ekim 1987’de yapılan kongrede Alparslan Türkeş MÇP’nin genel başkanlığına seçildi. 29 Kasım 1987’de yapılan milletvekili erken seçimlerine Türkeş’in genel başkanlığında katılan MÇP, yüzde 10’luk oy barajını geçemediği için milletvekili çıkaramadı. 26 Mart 1989’da yapılan belediye başkanlığı seçimlerinde Elazığ, Erzincan, Yozgat ve Kırıkkale belediye başkanlıklarını kazandı. 20 Ekim 1991’de yapılan milletvekili erken genel seçimine Milliyetçi Çalışma Partisi, Islahatçı Demokrasi Partisi, Refah Partisi üçlü ittifak olarak katıldılar. MÇP’nin milletvekili adayları seçime katıldıkları bölgelerden bağımsız aday olarak katıldılar. Bu seçimde MÇP 19 milletvekili kazandı.
1991 Seçimlerinde Sivas Milletvekili seçilen Muhsin Yazıcıoğlu, 1992 yılı Temmuz ayında, “içinde bulunduğu partinin siyasi anlayışıyla uyuşamadığı için” 5 arkadaşı ile birlikte MÇP’den ayrıldı ve 29 Ocak 1993 tarihinde Büyük Birlik Partisi’ni kurarak ilk Genel Başkanı oldu. Bu, ülkücü camiadan 1969 Kongresi’nden sonraki ikinci kopuştu. Bu kopuş, Türk milliyetçiliğine düşman odakların ikinci operasyonuydu.
Türkeş’in vefatı ile yeni bir devreye girildi
Milliyetçi Çalışma Partisi, 24 Ocak 1993’te yapılan 4. olağan genel kurulda kendini fesh ederek, Milliyetçi Hareket Partisi ile birleşti. MHP lideri Alparslan Türkeş 4 Nisan 1997 tarihinde 80 yaşında Ankara’da vefat etti. Bu tarihten sonra MHP’nin tarihinde yeni bir dönem başladı. 6 Temmuz 1997’de yapılan 5. Olağanüstü Kongresi’nden sonra Devlet Bahçeli MHP Genel Başkanı oldu.18 Nisan 1999 genel seçimlerinde MHP, yüzde 18.2 oranında oy alarak 127 milletvekili çıkardı ve Türkiye’nin ikinci büyük partisi oldu. MHP, Demokratik Sol Parti ve Anavatan Partisi’nin Bülent Ecevit’in başbakanlığında kurulan koalisyon hükümetinde Bahçeli Başbakan Yardımcısı oldu.
Türk milleti 1999 seçimlerinde MHP’ye PKK lideri Abdullah Öcalan’ın idamını sağlayacak diye oy vermişti. Daha sonra anlaşıldı ki, ABD, Kenya’da Apo’yu bize idam etmemek şartıyla teslim etmişler. Avrupa Birliği’nin de baskısıyla hukuki mevzuatımızdan idam cezası çıkartıldı. MHP, bu süreçte hükümetten çekilseydi, Türk siyasi hayatı bugün çok farklı bir konumda olacaktı. Bu süreçte Bahçeli, 12 Eylül’den sonra kamuoyunda oluşan ‘ülkücü mafya’ algısını büyük ölçüde değiştirdi. Bu sıfatla anılan kişileri uzaklaştırdı. Kamuoyundaki Ülkü Ocakları’nın ‘kavgadan başka bir şey bilmeyen gençlerin teşkilatı’ algısını da birçok ocağı kapatarak değiştirdi. Fakat bu süreçte sürekli bastırılan milliyetçi-ülkücü gençlik, millî konulardaki hassasiyetini ortaya koyamadı ve zamanla etkisiz bir teşkilat haline geldi. Hâlbuki Türk milleti, ülkücü gençliğin geçmişteki vatana sahip çıkan tavrını beğeniyordu ve yarın yine vatan tehlikeye girerse bu gençler vatana sahip çıkarlar düşüncesiyle MHP’yi destekliyordu. Pasifize edilen ülkücü gençlik yavaş yavaş bu güveni kaybetti.
Son yıllarda, gerek dıştan ve gerekse içten müdahalelerle Türkiye’nin dinî ve millî kimliği ortadan kaldırılmak istenmektedir. Hedef önce İslâmdı, ABD önderliğindeki emperyalist cephe ‘Ilımlı İslâm-Yeşil Kuşak’ projesiyle İslâm’ı, Kur’an’ın ve Peygamberimizin izinden ve özünden uzaklaştırmak istediler. FETÖ’nün biat kültürü ile yetiştirilen ve sinsice devleti ele geçiren kadroları, dini alanda da ‘Dinler arası diyalog’ söylemiyle sakat bir din anlayışına yönlendirildiler. Cemaat tarafından topluma, ‘İbrahimî dinler’ adı altında üç dini (Müslümanlık-Hristiyanlık-Musevilik) bir ve eşit gören bir din anlayışı empoze ediliyordu. En önemlisi İslâmın ‘cihat’ ruhunun sistemli bir şekilde yok edilmesiydi. Maalesef bu disiplinle yetiştirilen insanların 15 Temmuz 2016’da giriştikleri başarısız darbe girişiminde kendi vatandaşına, polisine nasıl acımasızca kurşun sıktıklarını, Türkiye Büyük Millet Meclisini bombaladıklarını gördük.
Şimdi de, Türk milliyetçiliğine karşı sistemli bir saldırının yapıldığına şahit oluyoruz. Türk milliyetçiliğine saldırıyı yapanlar, bunu hem de milliyetçi görünerek, milliyetçi geçinerek yapıyorlar. Türk milliyetçiliğini, Türkçülüğü ‘ırkçılık, faşistlik, bölücülük’ olarak gösterdiler. Türklüğü, Türk milletini oluşturan etnisitelerden biri olarak gösterip sıradanlaştırıyorlar. Tarihimizdeki ikinci Türk adını taşıyan devleti kuran Atatürk’ü yıpratmak ve kötülemek için her şeyi yapıyorlar. Eğitimin millilik vasfını, ders müfredatlarını değiştirerek bitiriyorlar. Andımız’ın okunmasını yasakladılar. Milli bayramların ve günlerin kutlamalarını etkisizleştiriyorlar. Resmi kurumlardan “T.C.” ibarelerini kaldırıyorlar. “Ne mutlu Türk’üm diyene!” söyleminin kullanımı bir ölçüde yasaklandı.
Bu saldırıların hedefi. Türk milliyetçiliğini, Türk milletinin gündeminden çıkarmaktır. Böylece, Türk milletinin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan önce yaşadığı ‘beka sorununu’ (varlık-yokluk meselesini) tekrar yaşarsa, direnme refleksini temsil eden Türk milliyetçiliği ortadan kaldırılmış olacaktır. Pekiyi, Türk milliyetçileri, bu saldırılara karşı ne yapıyor, nasıl mücadele ediyorlar? Milliyetçi teşekküllerin durumları nasıl?
(Devam edecek)