Sakin Öner

Tüm yazıları
...

Türk milliyetçiliği Tanzimat’la başlamaz (5)

İletişim: sakinoner@hotmail.com

Sakin Öner

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Tanzimat’a kadar Türk milliyetçiliği - 2

XVI. Yüzyıl:

Türk milletinin tarihteki en büyük gururlarından biri olan Osmanlı İmparatorluğu, bu yüzyılda, yükselişinin ve sınırlarının son seviyesine gelmiş ve dünya hâkimiyetinin en güçlü temsilcisi olmuştur. Bu devir, Türk edebiyatının da en parlak devridir. Bu çağda her sahada ve Türkçenin her lehçesinde çok büyük sanatkârlar yetişmiştir. Fakat, bu arada, dilimizde, Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerin sayısı birdenbire artmıştır. Bunda, Türkçenin arûz veznine uyumunun sağlanamamasının büyük rolü vardır.

XVI. yüzyılda yetişen Babur Şah, Çağatay edebiyatının Nevaî’den sonra en önemli siması ve en büyük sanatkârıdır. Babur Şah, Baburnâme adlı hayatını anlatan eserinde, kullandığı dille, Çağatay nesir dilini, ileri bir sanat dili haline getirmeyi başarmıştır.

Bu yüzyılda Âzeri lehçesiyle şiir yazan Fuzûlî, yazdığı eserlerle Türkçenin sevilerek okunmasına büyük katkı sağlamıştır. O, ana dilini şuurla ve heyecanla seviyordu.

Ol sebepten Fârisî  lâfzıyle çoktur nazm kim

Nazm-ı nâzik Türk lâfzıyle iken düşvâr  olur

Bu yüzyılın en büyük şairi Fuzûli’dir. Eserlerindeki dil ve söyleyiş hususiyetleri,  Azeri Türkçesini yansıtıyorsa da, o,  bütün Türklük âleminin severek okuduğu bir şair olmuştur.  Arapça, Farsça ve Türkçe divanları bulunan şair, bu üç dille ilgili düşüncelerini Fârisi Divan Mukaddimesi’nde şöyle açıklamıştır:

“Bazen Arapça şiirler söyledim ve Arap fasihlerini çeşitli manzûmelerinde mahzûz ettim. Bu benim için kolaydı. Çünkü Arapça benim ilmî mübâhase dilimdi. Bazen, tabiatımın atını Türk dili meydanında koşturdum ve Türkçedeki söz güzellikleriyle, Türk zariflerine zevk verdim. Bu da benim için o kadar müşkül olmadı. Çünkü Türkçe benim selîka-i asliyeme uygundur. Bazen de Fars dili ipliğine inciler dizdim. O daldan da gönül meyvaları topladım.”(1)

Halk Türçesini çok iyi bilen ve dil sevgisini şuurlu bir Türkçecilik derecesine ulaştıran Fuzulî’nin eserlerinde kullandığı kelimelerin çoğu hâlis Türkçedir.

Bâki de, bu devir Osmanlı şiirinin en kudretli sanatkârlarındandır. Divan şiirinin en büyük şekil sanatçılarından diyebileceğimiz Bâkî, şiirlerinde İstanbul Türkçesini başarıyla kullanmış ve halk dilinden, ev ve aile Türkçesinden, ordu tâbirlerinden yararlanmıştır. Bâki’nin şiirlerinde kuvvetli bir mahallilik ve millî söyleyiş tarzı bulunduğu söylenebilir.

XV. yüzyılda Visâlî ile başlayan “Basit Türkçe” cereyanı, XVI. yüzyılda Tatavlalı Mahremî ve Edirneli Nazmî gibi temsilciler yetiştirmiştir. Fakat XV. yüzyılda başlayan bu cereyan, temsilcilerinin sanat yönlerinin güçlü olmamasından dolayı fazla etkili olamamıştır(2).

XVI. yüzyıl milliyetçilik tarihi açısından dikkatimizi çeken bir eser de, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndeki Halis Efendi Koleksiyonu’nda yer alan Rüstem Paşa’nın Tevârih-i Âl-i Osman isimli eseridir. Bu eserin 2. sahifesindeki Kur’an’da adı geçen ve veliliği veya nebiliği konusunda ihtilâfa düşülen Zülkarneyn hakkında, “Meğer o Oğuz Han’mış” denilmek suretiyle millî bir yorum ortaya konulmuştur.

XVI. yüzyılda Osmanlı sahasında dil ve edebiyat, İmparatorluğun kazandığı büyüklük ve ihtişama uygun, incelik ve zevk zirvesine ulaşmıştı. Bu yüzyılın padişahları Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, İkinci Selim şairdiler. Bunlardan hiçbiri İmparatorluğu yönetmenin verdiği sorumlulukla, millî hassasiyetlerini ön plana çıkarmadılar. Fakat Kırım Hanı Gazî Giray ise Gazâyî mahlasıyla yazdığı şiirlerinde, Türk milletinin kahramanlık duygusunu, bayrak sevgisini, aşka ve kadına duyulan sevgiden daha üstün tuttuğunu ifade etmiştir. İşte bu düşüncesini ortaya koyan gazellerinden biri şöyledir:

Râyete meylederiz kâmet-i dil-cû yerine

Tûga dil bağlamışız kâkül-i hoş bû yerine

 

Olmuşuz cân ile billâh Gazâyî teşne

Kanını düşmen-i dînin içeriz sû yerine

 

XVII. Yüzyıl:

Osmanlı tarihinde genel bir durgunluğun başladığı XVII. yüzyıl, 1683’te II. Viyana Kuşatmasının yenilgiyle ve 1699’da Karlofça Antlaşması gibi şanssız bir antlaşmanın imzalanmasıyla sona erdiği hazin bir yüzyıl olmuştur.

XVII. yüzyıl Çağatay edebiyatında Hıyve Hanı Ebülgazi Bahadır Han şuurlu bir Türk milliyetçisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Oğuz Türklerinin hayatını anlattığı Şecere-i Terâkime ve Moğollar, Cengiz ve Özbek Hanları hakkında bilgi veren Şecere-i Türk isimli eserleri buna örnek olarak gösterilebilir. Çeşitli dillere çevrilen Şecere-i Türk (Türklerin Soy Kütüğü), önce Ahmed Vefik Paşa ve daha sonra Doktor Rıza Nur ve Prof. Dr. Muharrem Ergin tarafından Türkiye Türkçesine çevrilmiştir. 1642’de Hıyve Hanlığını elde ederek burada yirmi bir yıl hükümdarlık yapan Bahadır Han, XVII. Yüzyıl Orta Asya Türkçesi ile kaleme aldığı bu eserleriyle, özellikle Türkmenistan ve diğer Orta Asya Türk bölgelerinde uzun süre millî şuurun uyanık kalmasını sağlamıştır.

XVII. yüzyılda Türkçe, hâkimiyeti Arapça ve Farsçaya kaptırmıştır.  Yazı dili, konuşma dilinden tamamen uzaklaşmış ve bir yüksek zümre dili olmuştur.

XVII. yüzyılda Osmanlı sahasında; Divan edebiyatında Nef’î ve Nâbî gibi büyük şairler, Halk edebiyatında Karacaoğlan, Gevherî ve Âşık Ömer gibi güçlü saz şairleri, Itrî gibi musikişinaslar, Naimâ ve Kâtip Çelebi gibi ilmî neşriyat yapan kültür adamları yetişmiştir.

Milliyetçilik tarihi açısından XVII. yüzyıla bakıldığında, en mümeyyiz şahsiyet olarak, Arais-ül Kur’ân-Nefâis-ül Furkan isimli tefsir kitabının sahibi olan büyük din âlimi Vanî Mehmet Efendi dikkati çekmektedir. Mehmet Efendi ünlü tefsirinde El Kehf suresinin Zülkarneyn’den bahseden âyetlerini tefsir ederken, Zülkarneyn’in Oğuz Han olduğunun söylendiğini ifade etmiştir:

 “Kur’anda bahsi geçen (Zülkarneyn)den maksat (Oğuz Han) olduğunu söylerler ki, bu hususta tereddütü mucip olacak hiçbir nokta yoktur.”(3)

Kur’ân-ı Kerim’deki Maide suresinin 54. âyetinde Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:

 “Ey İman edenler! İçinizden kim dininden dönerse Allah, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu, kendisinin onları seveceği, onların da kendisini seveceği bir kavim getirir ki, onlar Allâh yolunda savaşırlar ve hiçbir kınayanın kınamasından (dedikodusundan) çekinmezler. Bu, Allahın lutfü inayetidir ki, onu kime dilerse ona verir.”(4)

 XVII. yüzyılın ünlü Türk-İslâm âlimi Mehmet Vani Efendi, Arâis-ül Kur’an’da bu âyeti tefsir ederken, âyette zikredilen kavmin Türkler olduğunu, daha sonraki hadiselerin bunu ortaya koyduğunu ifade etmiştir. Bu yüzden, Türkler, kendilerini  “Allah’ın ordusu” diye nitelemişler ve kendilerini “İlâ-yı Kelimetullâh” (Allah’ın adını yükseltme) ülküsüne adamışlardır.

XVII. yüzyılda Türklük gururunu her vesileyle Seyahatnâme’sinde ortaya koyan Evliya Çelebi de, milliyetçi bir kültür adamı olarak zikredilebilir.

 

(1) Nihat Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, MEB Yay., İstanbul 1971, c.I. s.534.

(2) Basit Türkçe cereyanı hakkında geniş bilgi için Prof. Dr. M. Fuad Köprülü’nün Millî Edebiyat Cereyanının ilk Mübeşşirleri (İstanbul 1928),  Edirneli Nazmi hakkında bilgi için ise Nihal Atsız’ın Edirneli Nazmi (İstanbul 1934) isimli eserlerine bakınız.

(3) İsmail Hami Danişment, Türklük Meseleleri, İstanbul Yayınevi, İstanbul 1966, s. 89

(4) Hasan Basri Çantay, Kur’ân-ı Hâkim ve Meal-i Kerim, 11. bs., İstanbul 1980, c.1 s. 168