İletişim: sakinoner@hotmail.com
Tanzimat döneminde alfabe ve imlâda milliyetçilik
Tanzimat döneminde, dilin her alanında milliyetçilik yapılırken, dilin yazılı olarak ifadesini sağlayan alfabe ve imlâ konusunda da milliyetçilik yapılmıştır.
Türkler İslâmiyet’i kabul ettikleri zaman, bu dinin kutsal kitabı Kur’ân-ı Kerîm ile beraber, bu kitabın yazıldığı Arap dili alfabesi ve imlâsını da kabul etmişlerdir. İlk zamanlar Türkçe, üstünlü, esreli tamamen Arap imlâsı gibi yazılmaya çalışılmıştır. Selçuklular’da ve Osmanlı devletinin kuruluşunda, hiç harf-i imlâ kullanılmayıp, yalnız hareke ile yetinilmiştir. Mevlâna ve Sultan Veled de, imlâyı aynı şekilde kullanmışlardır. Sultan Veled’in otuzdan fazla Türkçe gazeli, hep böyle harekeli yazılmıştır. Ancak, Fatih Sultan Mehmet zamanında imlâda bize uygun kaideler teşekkül etmeye başlamıştır.
Tanzimat döneminde dilde milliyetçilikle gündeme gelince, alfabe ve imlâ konusu da gündeme gelmiştir. Bu konuya ilk değinen Tanzimat aydını Münif Efendi (Paşa) olmuştur. Münif Efendi 1 Mayıs 1862’de Cemiyet-i İlmiyye-i Osmaniyye’de bu konuda verdiği konferansta, çekilen sıkıntıları hatırlattıktan sonra, kullanılmakta olan yazımızda hareke kullanılmadığından, her kelimenin beş on şekilde kullanılabildiğini, Arapçadaki harekeler kullanılsa bile maksada tam olarak hizmet etmeyeceğini, yazılışları aynı olan kelimelerin hangi alama geldiğini anlamak için uzun bir mesai harcamak gerektiğini ifade etmiştir:(1)
Münif Efendi, okuma ve yazma dışında, birkaç yüzyıldır kullanılmakta olan Arapça ve Farsça kelimeler ve terkiplerin kullanılmasında da sıkıntı olduğunu belirterek, Avrupalıların yazıları ile bizimkini karşılaştırmış ve Avrupalıların yazılarında bu zorluğun olmadığını, öğrenilmesinin daha kolay olduğunu, bu yüzden altı yedi yaşındaki çocukların bile kolayca okuma yazma öğrenebildiklerini, her sınıftan insanın rahatça meramını ifade edebildiğini, ayrıca bizim yazının matbaa tekniğine de uygun olmadığını söylemiştir.
Münif Efendi, alfabe ve imlâda karşılaşılan zorlukları aşmak için şu iki yolun bulunduğunu belirtmiştir:
1. Mevcut harfleri olduğu gibi bırakıp, alt ve üstlerine harekeler işaretler koymak suretiyle arıtmak,
2. Kelimeleri birbirinden ayrı harflerle bitiştirmeyerek yazmak.
Birincisinin zor olduğunu belirterek ikincisini tercih etmiştir.
Alfabe konusunda aynı tarihlerde Yenişehirli Avni’nin de bir teşebbüsü bulunduğu son yıllardaki araştırmalarla ortaya çıkarılmıştır. Bu araştırmalara göre, Yenişehirli Avni’nin ‘harflerin ıslâhı’ ile ilgili teklifinin gerekçesi şudur: “Osmanlıların ilim ve teknikte geri kalmasının en önemli sebebi, Arap alfabesinin Türkçe meramı anlatmada yetersiz olması ve öğretim metodu yönünden de zor olmasıdır. Arap alfabesi, Türkçe için yeterli değildir.”
Avni’nin teklifine göre; yeni harfler, esas olarak, eski harflerin ayrı ayrı yazılmasından ve bazı harekelerle, imlâ harflerinin vazifelerini kolaylaştırmış olmaktan ibarettir. Böylece bir hafta içinde ibareyi sökmek ve okuyabilmek mümkün olacaktır. Bunun için yeni harfler önce Rüştiye öğretmenlerinden bir gruba öğretilmeli, sonra da bu grup bunları başka arkadaşlarına öğretmeleri için taşraya gönderilmelidir. (2)
Arap harfleri ve imlâsının değiştirilmesi konusunda ilk ciddi teşebbüs, Azerbaycanlı şair ve yazar Mirza Fethali Ahundzade’ye aittir. 1863 yılında İstanbul’a gelen Mirza Fethali, hazırlamış olduğu tasarıyı Sadaret makamına vermiştir. Sadaret makamı da incelenmek üzere Cemiyet-i İlmiyye-i Osmaniyye’ye göndermiştir. Kurumun başkanı Münif Efendi, Mirza Fethali’yi kuruma davet ederek görüşlerini açıklamasını istemiştir.
Fethali’nin görüşleri özetle şöyledir: “Kullanmakta olduğumuz harfler, kelimeler gerçek anlamlarına göre, doğru okumaya elverişli değildir. Her kelime beş on türlü okunmakta, bu da okuyup yazmayı güçleştirmektedir. Harflerin din işleri ile hiçbir ilgisi yoktur. Esasta eski Arap harfleri bile İslâm’dan sonra türlü şekle girmiştir. Gerçi bunun herkes tarafından hemen kabulü kolay olmayacaktır. Fakat faydası görüldükçe genelleştirmek üzere şimdilik yalnız ‘hutut-ı sâire-i islâmiyyeden’ sayılmasına müsaade edilmesi, teşebbüs sahibi için yeter sayılacaktır.”
Mirza Fethali’ye göre, harflerin düzeltilmesi için, eski harflerin noktaları kaldırılmalı, yerine kelimelerin doğru telaffuzu için bazı yeni harekeler kullanılmalıdır.
Cemiyet, konuyu inceledikten sonra şu kararlara varmıştır:
1- Eski harfler düzeltilmeye muhtaçtır.
2- Mirza Fethali’nin tasarladığı düzeltme, faydalı ve maksada elverişlidir. Ancak basım noktasından yine eski zorluğu muhafaza etmektedir.
3- Bununla beraber, İslâmlar arasında yıllardan beri kullanılmakta olan alfabenin düzeltilmesi kolay bir iş olmadığı gibi, bu gibi değişiklik eski, İslam eserlerinin unutulmasına sebep olacağından, bu düzeltmenin genel olarak kabulü mümkün değildir. Ancak tasarı sahibinin de bildirdiği gibi şimdilik ‘yalnız hutut-ı sâire-i İslâmiyye sırasına konulması’ uygun görülmüştür.
Arap alfabesini ıslâhla ilgili çalışmalarından bir müddet sonra vazgeçen Mirza Fethali, Türk diline uygun, Lâtin harflerinden hazırlanmış, bir imlânın kabulünü istemiştir. Bu fikrini kabul ettirmek için İstanbul’a gelmiş, fakat fikrini o zamanki Tanzimat aydınlarına kabul ettirememiştir. Mirza Fethali, özgeçmişinde; “Gerçi Osmanlı devletinde Müslüman elifbasının değiştirilmesi yönündeki fikir ve hayalim netice vermedi ve kabul görmedi amma, bu zahmetin neticesinde bendeye ‘Mecidiye’ nişanı fermanı ile takdir edilip ödüllendirildim”(3) demiştir.
Bu tarihlerde Ali Suavi de elifba hazırlamıştır. Ali Suavi, Paris’te 1869’da çıkardığı Ulûm gazetesindeki Lisan ve Hat-tı Türkî başlıklı yazısında, Arap yazısının (c.1, s.214) iyi olmakla beraber kusurlu olduğunu, düzeltilmeye muhtaç bulunduğunu kaydetmiş fakat yazının değiştirilmesine taraflı olmadığını açıklamıştır.
Namık Kemal de, harflerin ıslahı konusunda Londra’dan yazdığı bir mektupta; on üç asırdan beri yazılmış eserlerden istifadenin güçleşeceğini, aynı zamanda herkesin tekrar elifbaya başlaması lâzım geleceğini, bunun için bu işin bir hayli zor olacağını belirtmiş ve “Maarifin geri kalmışlığını münhasıran elifbamızın halline hamledemeyiz; “ demiştir.
Namık Kemal, Mirza Fethali’nin bu konudaki fikirlerini ele alarak; “Harflerin ıslahı yolunda şimdiye kadar işitip okuduğumuz şeyler birkaç suret olup birincisi, mevcut olan harekâtı kullanmak, ikincisi, Ahundzade’nin tertibi üzere harekeleri kelime arasına almak ve üçüncüsü, yine harekeleri kelime arasına koymaktır.” demiştir.
Kemal, Ahundzâde’yi tenkid babında işe şunları yazmıştır: “Vakıa bu hususlar, okumayı biraz kolaylaştırır ise de, lisanî Arapçada olmayan sesleri tasvire kâfi değildir. Yazı da çok zaman alır. Eğer böyle olmamış olsa idi, Kur’an-ı Kerimde kullandığımız harekâtı, adi yazımızdan atmazdık.”
Kemal, aynı mektubunda yazı hakkındaki görüşlerini, “Mademki elifbayı Arapçadan almışız ve mademki lisanımızda bu kadar Arapça kelime mevcuttur, onların aynen kalması gerekir. Bundan sonra Türkçede kaybolan harfleri aramak lâzım gelir.”(4)
Mecmua-i Ulûm’un ilk sayısında (1 Zilhicce 1296) (1878) yayınlanan “Cemiyet-i ilmiyye mukavelename-i esasîsi”nin ikinci faslında, yazılacak eserlerin ifade tarzı hakkındaki yedinci maddede, Farsça kelimelerin Arap harfleri ile yazılmasının uygun olacağı belirtilmiştir. Bu ifadeden Mecmua-i Ulûm’un da, Münif Paşa gibi yeni harflere taraflı olduğu anlaşılmaktadır.
İkdam gazetesinin 15 Kânunsani 1311 (1895) tarihli nüshasında çıkan imzasız bir yazıda, Arap harfleri ne kadar ıslah edilirse edilsin, imlâda sıkıntının devam edeceği belirtilmiştir...(5)
Tanzimat döneminde dilde milliyetçilik konusunda, dilin sadeleştirilmesi ve safi Türkçeye gidilmesi, konunun sadece bir boyutudur. Konunun diğer boyutu ise, alfabenin ıslâhı ve düzeltilmesi ile imlâ meselesidir. Fakat imlâ meselesi başlangıçta ilmî olarak ele alınmamış, sadece bozukluğu bir şikâyet halinde ileri sürülmüş ve yazının belli ve esaslı bir kurala bağlanması istenmiştir.
İmlâ konusunda fikir sahibi olanların ortaya koydukları görüşleri iki bölümde toplanabilir:
a) İmlânın islâhı için belli bir çare gösteren ve tedbir tavsiye edenler,
b) İmlânın ıslâhının mümkün olmadığını düşünerek yeni bir harf sisteminin kabulünü isteyenler.
İmlânın ıslâhı için belli bir çare gösteren ve tedbir tavsiye edenlere ilk örnek olarak Mecmua-i Ulûm’da çıkan Meşveret adlı ve Muhsin imzalı risaleyi gösterebiliriz. Mecmua-i Ulûm, bu risaleyi okuyuculara sunmak üzere yazdığı yazıda, Kâtip Çelebi’nin, Türkçe kelimelerin imlâsında belli bir kurala riayet etmediğine işaret ederek: “Pek a’lâ! Bu mubayenet ü zıddiyyet Kâtip Çelebi’ye mi mahsustur?” dedikten, imlâmızdaki bu karışıklığın genel olduğunu, bunun düzeltilmesi için çeşitli çalışmaların ve girişimlerin yapıldığını belirtmiştir: (6)
Bu görüşlerden sonra ‘Meşveret’ başlıklı risaledeki görüşlere yer verilmiştir. Risale sahibi önsözde, imlâmızdaki kararsızlıktan şikâyet etmiş, bir meşveret kapısı açılmasını istemiş ve risalesini bu konuda açılacak tartışmalara bir zemin oluşturmak için kaleme aldığını belirterek görüşlerini şöyle açıklamıştır:
a) Kullanmakta olduğumuz Arapça ve Farsça kelimeler dilimizin malıdır. Bunun dışında kalan, Kamus ve Burhan gibi Arap ve Fars sözlüklerini dolduran yabancı kelimeler Osmanlıca değildir.
b) Arapça ve Farsça kelimelerin imlâsı ve telâffuzu değiştirilebilir. Bunlar sözlüklere de böyle geçmelidir. Meselâ ‘kösele, kâgir, divit, eleğimsağma’ kelimelerini böylece kaydetmeli ve bunların aslının ‘gâvsâle, kârgir, devât, alâmüssema’ olduğunu düşünmemelidir.
c) Arapça ve Farsça kelime ve tamlamalarda fesahate aykırı sayılan değişiklikler hoş görülmeli, sıfat tamlamalarında ‘mutabakat’ aranmamalıdır.
ç) Dilde kullanılmayan garip kelime ve tamlamalardan kaçınılmalıdır.
Ahmet Midhat Efendi ise, Arap harfleriyle yazılan bazı kelimelerin dört türlü okunabildiğini, Türkçe kelimeleri telâffuza göre yazabilmek için 41 harfe ihtiyaç bulunduğunu öne sürmüştür.(7) Ayrıca imlâda yapılacak ıslah işinin, ancak ‘safi Osmanlı imlâsı’ çerçevesinde kalmasını ve Arapça kelimelere dokunulmaması gerektiğini belirtmiştir.(8)
Tanzimat döneminde, alfabe ve imlâ konusunda yapılan milliyetçi çalışmalar, görüşler ve tasarılar, o dönemde, bu değişikliği algılayabilecek ve kavrayabilecek bir fikrî seviye teşekkül etmediğinden, dinî endişelerden ve yeniliklere karşı olanların tepkilerinden korkulduğundan, neticesiz kalmış ve ancak Cumhuriyet’ten sonra bir sonuca bağlanmıştır.
(Devam edecek…)
(1) Münif Efendi, Mecmua-i Fünûn, sy.14, Temmuz 1863, s.74-77.
(2) Agâh Sırrı Levent, Türk Dilinde Sadeleşme Safhaları, TTK Basımevi, Ankara 1949, s.169
(3) Ahmet Caferoğlu, Fethali Ahundzade, Azerbaycan Yurd Bilgisi, c.II, 1933, sy. 24
(4) Samim Kocagöz, a.g.e, s.62-63
(5) Agâh Sırrı Levent, a.g.e, s. 163-164
(6) Mecmua-i Ulûm, 15 Zilhicce 1296 (1878), sy.2
(7) Ahmet Midhat, Medrese-i Süleymaniye “ Rehnüma-yi Muallimin” İstanbul 1305 (1888), s. 10.
(8) Tercüman-ı Hakikat, 28 Haziran 1888,s.3007.