Sakin Öner

Tüm yazıları
...

Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e Türk Milliyetçiliğine Genel Bakış - 5

İletişim: sakinoner@hotmail.com

Sakin Öner

Tanzimat Döneminde Dilde Milliyetçilik

(Yazımızın 4. bölümünde (Resmî Dilde Milliyetçilik) konusu üzerinde durmuştuk. 5. Bölümünde ise (İlmî Dilde Milliyetçilik) konusu üzerinde duracağız.)

İlmî Dilde Milliyetçilik

Osmanlı döneminde, klâsik İslâmî ilimlerin tahsilinde ve medrese tedrisatında Arapça kullanılmıştır. 19. yüzyılın başlarında klâsik eğitim kurumlarının yanı sıra modern eğitim kurumları açılmaya başlanmıştır. Fakat Batı tarzı bu okullarda, ilimleri ifade etmek için sağlam ve bütün terimleri tamam bir Türkçeye ihtiyaç bulunduğu tespit edilmiştir. İlmî dil, edebî dilin gelişmesine paralel bir gelişme göstermiştir.

II. Mahmut, 1839’da ilk modern Tıp mektebini açarken söylediği nutukta, ilim dili konusundaki görüşünü ortaya koymuştur. Burada, başka imkân olmadığı için, tıp eserlerinin Türkçeye tercümesi tamamlanıncaya kadar, tedrisatın Fransızca yapılacağını belirtmiş ve bir an önce Türkçe tedrisata geçilmesi temennisinde bulunmuştur. II. Mahmut’un bu temennisi ancak 30 yıl sonra gerçekleşmiştir.

Yine II. Mahmut 14 Mayıs 1839’da Mekteb-i Tıbbiye-yi Adliye-yi Şahane’yi eğitime açarken, mektepte Türkçe tedrisat yapılamamasına çok üzüldüğünü ifade ederek: “Sizleri Fransızca okutmaktan muradım, Fransızca lisanı tahsil ettirmek değil, fenn-i tıbbı öğretip refte refte kendi lisanımıza almaktır” demiştir. II. Mahmut, yalnız Tıp dilinde değil, diğer bütün ilim şubelerinde, devlet muamelâtında ve edebiyatta da Türkçe’nin sadeleşmesini istemiştir.

Tıp mektebinde 1852’ye kadar Fransızca eğitim yapıldıktan sonra, Mektep Nazırı Cemalettin Efendi, dersleri Türkçeye çevirtmek için harekete geçmiş ve seçtiği bazı öğrencilere, ıstılahları tercüme etme görevini vermiştir. Fakat bu girişim ise, gayrimüslim hocaların itirazına yol açmış ve Cemalettin Efendi’nin görevden alınmasıyla sona ermiştir. Bu arada, öğrenciler arasında “tıp dilini Türkçeleştirme” yönünde bir cereyan doğmuş ve gizli bir teşkilat kurulmuştur. Bu teşkilâtın, basında yer alan bu yöndeki yazılarına, yine gayrimüslim hocalar karşı çıkarak, tıp ilminin, Türkçe gibi yaban ve iptidai bir dille ifade edilemeyeceğini öne sürmüşlerdir. Bundan sonra öğrenciler, Hacı Arif Efendi isimli bir zatın maddi desteğini, dışarıdan bazı zevatın da ilmî desteğini alarak, kitapları tercüme işine girişmişlerdir. 1866’da öğrenciler, Mektep Nazırı Salih Efendi’nin emri ile Cemiyet-i Tıbbiye-yi Osmaniye’yi kurarak, bu konuda açıktan açığa çalışmaya başlamışlardır.

Bu çalışmalar sonunda Türkçe Tıp Lûgatı hazırlanınca, Cemiyet, derslerin Türkçe yapılmasını istemiştir. Fakat gayrı müslim hocalar, bazı kitapların henüz tercüme edilmediğini ve bazı hocaların Türkçe bilmediğini öne sürerek, bu girişime de karşı çıkmışlardır. Cemiyet, bunun üzerine, askerî bir okul olan Mekteb-i Tıbbıye-yi Adliye-yi Şahane’nin bünyesinde 1867’de Mekteb-i Tıbbiye-yi Mülkiye’nin açılmasını sağlamıştır. Bu mektepte hiçbir yabancı hocaya ders verilmemiştir. Bunun üzerine gayrimüslim hocalar, Ermeni ve Rum gazetelerinde kıyameti koparmışlardır. Namık Kemal, bunlara Tasvir-i Efkâr’da, Türkiye’de oturduklarını ve buranın Ermenistan ve Yunanistan olmadığını şiddetli bir dille ifade ederek karşı çıkmıştır.(1)

Türkçe derslerin Mekteb-i Tıbbiye-yi Mülkiye’de başarıyla devam etmesi üzerine, 1870’de Askerî Tıbbiye’de de Türkçe tedrisat kabul etmiştir. Avrupa’da tahsillerini tamamlayan Türk hocaların, 1870’li yılların başında yurda dönmesinden sonra, Tıbbiye Türkçe tedrisat yapan ciddi bir ilim müessesi haline gelmiş, Türk tıp dili artık teşekkül etmiştir.

Şimdi de, tarih ilminin dilini ele alacağız. 19. Yüzyılın başlarından Tanzimat’a kadar Osmanlı devletinin vak’anüvisliğini yapan Mütercim Asım Efendi (1805-1807), Şanizâde (1808-1820) ve Esat Efendi (1821-1824), 1831’de yayımlanan Takvim-i Vakayi’nin dilini hazırlamışlardır. Bu dil, Nâima’dan da etkilenildiği için eski tarihlerin diline yakın bir dildir.

1855’te vak’anüvis olan Cevdet Efendi (Ahmet Cevdet Paşa) yazdığı eserlerle, Tanzimat döneminin en mükemmel dil örneklerini vermiştir. Cevdet Paşa Tarihi’nden bir bölümü, onun dili hakkında fikir vermek için aşağıya alınmıştır:

“ ... ve Lui katorz, pek ziyade şan ve şöhret kesbederek kendisine kibir ve azâmet gelüp, umur-ı hariciyede bütün düvel-i Avrupa’yı tehdit edercesine, hudpesendane ve mütekebbirane davrandığı gibi, umur-ı dahiliyece dahi bu mesleğe sülûk edüp, hatta protestan mezhebinin serbesti-i icrası hakkında yüz sene mukaddem yapılan kanunu ilga etmişti. Hâlbuki yüz binden ziyade familya mezheplerini terkedemediklerinden ve memalik-i saireye gitmeleri dahi memnu olduğundan, bir takımı hafiyen Fransa’dan çıkıp memalik-i sairede tevattun etmiş ve birçoğu dahi Fransa dağlarında kalup mukavemet halinde bulunmalarıyla tarafeynden birçok nüfus telef olmuş idi ...”(2)

Anlaşılacağı gibi, Ahmet Cevdet Paşa, o devirde hiçbir edebiyatçının gerçekleştiremediği kadar sade bir dil kullanmıştır. Onun, sade dille kaleme aldığı ikinci eseri, halk tarafından çok beğenilen Kısas-ı Enbiyâ (Peygamberler Tarihi) isimli eseridir. Bu eserin dili, son derece sade ve akıcıdır. Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiyâ’daki dilinin ne kadar sade olduğunu aşağıdaki örnekte açıkça görmek mümkündür:

“Kıssa-i Adem Aleyhisselâm”

Allah-ü Tealâ Hazretleri, âlemi yoktan var etti ve (Adem)’i topraktan yarattı. Sonra Adem’in cesedine ruh verdi ve “Ona secde ediniz” diye meleklere buyurdu.

Hep melekler, Hazreti Adem’e secde eyledi. Fakat İblis, kibir ve hasedinden naşi secde etmedi. Bunun için huzur-ı haktan matrud ve mel’ûn oldu. Ve kendisine (şeytan-ı racim) denildi. Bu sebebten o dahi Adem’e düşman oldu. Ondan sonra Hakk-ı Tealâ Hazretleri (Havva)’yı yarattı ve Hazreti Adem’e eş etti. İkisini dahi Cenab-ı hak, cennete koydu. Ve “Yeyiniz, içiniz, lâkin şu ağaca yaklaşmayınız” dedi.

Şeytan ise bir takrible cennete girdi ve Adem’e ve Havva yanına vardı. Ve anlara vesvese verdi. “ Sizi o ağaçtan niçin nehyetti biliyor musunuz? Eğer siz ondan yer iseniz, artık sizin için ölüm olmaz, müebbeden cennette kalırsınız, diyerek iptida Havva’yı ve anın vasıtasiyle Adem’i aldatıp ikisine dahi o ağacın meyvesinden yedirdi.”(3)

Tarih dilinin gelişmesine katkıda bulunan vak’anüvislerden biri de, Ahmet Cevdet Paşa’dan sonra gelen Lütfî’dir. Günlük gazetelerin çoğalmasından sonra, gazete dilinin giderek sadeleşmesi, Lütfî’yi de etkilemiş ve eserlerinde Ahmet Cevdet Paşa’ya yakın sade bir dil kullanmıştır. Kendisi bir ara da, Takvim-i Vakayi’nin başına geçirilmiştir.

Lütfî’nin dili hakkında fikir edinmek için Devlet-i Âliye Tarihi’nden alınan şu bölüme göz atmak yeterli olacaktır: 

 “ ... Maamafih Selim Paşa’nın vehimi pek boş değildi. Eşkinci Nazırı Saip Efendi ve Yeniçeri Efendisi vasıtalariyle tâlimin kangı gün icra olunacağı Yeniçeri Ağası’ndan soruldukta, o mecliste hazır rüesânın “tâlim, tüfenk atmaktan ibaret ise de, bizim yoldaşların hepsi bunu pek alâ biliyorlar” demeleriyle, tüfenk atmak da lâzım ise de, yalnız bununla iş görülemediği ve âdanın tahsil ettikleri fünun-u harbiyeyi bilmek lâzım geldiği, geçende burada akdolunan meclis-i umumîde tasdik olunmuş ve bunun üzerine devlet tâlim-i harp ettirmeğe karar vermiş olduğundan bu sözleri o meclisde söylemeniz lâzım gelirdi...”

Görüldüğü gibi, Lütfi’nin dili sade olmakla birlikte, biraz uzun cümlelerden meydana geldiği için, Ahmet Cevdet Paşa’nın dili kadar sade ve anlaşılır değildir.

Hukuk dili, özellikle Tanzimat’tan sonra oldukça önem kazanmıştır. Çünkü Tanzimat, aynı zamanda önemli hukukî düzenlemeleri de bünyesinde getirmiştir. İşte bunun için, hukukî ıstılahlara ve yeni bir hukuk diline ihtiyaç bulunuyordu. İlm-i fıkıh yeniden ele alınarak, günün anlayacağı bir şekilde ifade edilmeliydi.

Hukuk dilinin sadeleşmesine emek verenlerin başında yine Ahmet Cevdet Paşa yer almıştır. Tanzimat döneminin hukukî ihtiyacını karşılamak üzere kurulan Mecelle Cemiyeti’nin de reisi ve aynı zamanda Adliye Nazırı olan Ahmet Cevdet Paşa, tertip ve tasnif ettiği Mecelle’sinde Türk hukuk dil ve ıslahâtını ortaya koymuştur. Mecelle’nin dili de Cevdet Paşa Tarihi’ndeki ve Kısas-ı Enbiyâ’sındaki gibi açık, sade ve akıcıdır. Tek farkı, hukuk terimleri sebebiyle Mecelle’nin lûgatlı olarak hazırlanmış olmasıdır.

Ahmet Cevdet Paşa, hukuk tariflerini kısa cümlelerle ifade etmiştir. Amacı, mümkün olduğu kadar hukuk lisanını sadeleştirmektir. Bu düşünce ile hukuk diline hiç lüzumu olmayan çok arkaik (hiç kullanılmayan, ölü) kelimeleri de sokmuştur. Meselâ ‘Kangı’ kelimesi gibi. Bunlara o zamanki konuşma ve yazma dilinde ihtiyaç yoktur. Fakat bunun dışında hukuk kaidelerini çok açık, sade ve kısa cümlelerle ifade eden Cevdet Paşa’nın hukuk dilini örneklendirmek için Mecelle’sinden bazı maddeler aşağıya alınmıştır:

“ Semenin vasfı beyan olunarak pazarlık olunduğu surette akd her kangı nevi nakit üzerine vaki’ olmuş ise andan verilmek lâzım gelür.

Meselâ: Mecidiye altını yahut İngiliz ve Fransız altını ve yahutda yirmilik mecidiye veya direkli riyal verilmek üzere diyo pazarlık olunduğu surette, her ne dürlü meskûkât denilmiş ise andan verilür.”(4)

“Yük için hayvan istikra olundukta; semer ve ip ve çuval hakkında arf-i belde muteberdir:”(5)

“Hükmün sebep ve şartları tamamiyle bulunduktan sonra, hâkimin hükmü tehir etmesi caiz değildir.”(6)

 (1) Namık Kemal, Tasvir-i Efkâr, 1283 Recep 12.

(2) Ahmet Cevdet Paşa, Cevdet Paşa Tarihi, Tertib-i Cedit, Matbaa-i Osmaniye, İstanbul 1302, c.I, s. 179 Cevdet Paşa Tarihi 12 cilt olup, 1. baskısı (1863-1885), 2. baskısı (1881-1902) yılları arasında yapılmıştır.

(3) Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, İstanbul 1331, s.1

(4) Ahmet Cevdet Paşa, Mecelle, İstanbul 1329 , Babı salis, fasl-ı evvel, madde 242, s.69

(5) Ahmet Cevdet Paşa, a.e.g, madde 554, s. 154

(6) Ahmet Cevdet Paşa, a.e.g., madde 1828, s.606

 

(Devam edecek)