Sakin Öner

Tüm yazıları
...

Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e Türk Milliyetçiliğine Genel Bakış-13

İletişim: sakinoner@hotmail.com

Sakin Öner

Tanzimat Dönemi Milliyetçiliğinin Öncü Şahsiyetleri:

3. Ziya Paşa (1829-1880)

Nihat Sami Banarlı, Ziya Paşa’yı, Avrupaî Türk edebiyatının ikinci mühim siması saymıştır. Gerçekten Ziya Paşa, Şinasi’den sonra Türk edebiyatına Avrupaî istikamet vermeye çalışan ikinci edebî kişidir. Ziya paşa aynı zamanda millî hassasiyeti eserlerinde açıkça ortaya koyan ilk ediblerimizdendir. Akçura’ya göre, Ziya Paşa’nın dil ve edebiyat milliyetçiliği, Şinasi’den daha açıktır. Bunu şiirlerinde, makalelerinde ve diğer eserlerinde açıkça görmek mümkündür.

Ziya Paşa bir beytinde, milliyetimizi, yani Türklüğümüzü her işimizde unutup Batı düşüncesine uyduğumuzu söyleyerek bu tutuma açıkça karşı çıkıyor.

Milliyeti nisyân ederek her işimizde

Efkâr-ı Firenge tebaiyyet yeni çıktı

Ziya Paşa, bu beytinde milliyetimizi unutup, her alanda Batı’ya uymanın yeni çıkan bir moda olduğunu belirtiyor. Burada milletimizin, tarihimizin başlangıcında Ortaasya’da başlayan ve Orhun Âbideleri’nde Bilge Kağan’ın işaret ettiği, “yabancı hayranlığı, yabancılara benzeme” zaafına dikkat çekiyor.

Ziya Paşa bir gazelinde ise İslâm dünyasının durumu ile Hristiyan dünyasını karşılaştırıyor:

Diyâr-ı küfrü gezdim, beldeler kâşaneler gördüm;

Dolaştım mülk’ü İslâmı, bütün viraneler gördüm

Hıristiyan Avrupa’nın gelişmişliği karşısında, İslâm dünyasının ve dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun geri kalmışlığını görüp üzülüyor. Bu örneklerde de görüldüğü gibi, Ziya Paşa’nın milliyetçi olup olmadığını tartışmak bile abestir.

Ziya Paşa’nın dilde milliyetçiliğini açıklarken üzerinde durduğumuz “Şiir ve İnşa” makalesi, onun edebiyat alanındaki milliyetçiliğinin de ipuçlarını vermektedir. Ziya Paşa 1868 yılında Hürriyet gazetesinde yayımlanan bu makalesinde şiir ve nesir hakkındaki görüşlerini belirtmiştir.(1)

Ziya Paşa bu makalesinde, önce Divan şiirini sorgulayarak, millî şiirimiz olmadığı sonucuna ulaşıyor: :“Şiirin ta’rif-i umumiyesi kelâm-ı mevzundur. Yani iki satır sözün her birindeki sükûn ve harekâtın müsavî olmasından ibarettir. Hattâ kafiye usûlü milel-i müte’ahhire beyninde hâdis olmuştur. Eski Yunâniler yalnız vezne riâyetle kafiye iltizam etmezlerdi. Şiir her kavimde tabîîdir. Rûy-i arza ne kadar milel ve akvâm gelmişse cümlesinin kendilerine mahsûs şiirleri vardı. Osmanlıların şiiri acaba nedir? Necâti ve Bâki ve Nef'i divanlarında gördüğümüz bahr-ı remel ve hezecden mahbûn ve muhbis kasâid ve gazeliyat ve kıt’aat ve mesneviyat mıdır? Yoksa Hâce ve Itrî gibi mûsıkîşinâsânın rabt-ı makamat ettikleri Nedim ve Vâsıf şarkıları mıdır? Hayır bunların hiç birisi Osmanlı şiiri değildir. Zira görülüyor ki, bu nazımlarda Osmanlı şairleri şuarâ-yı İran’a ve şuarâ-yı İran dahi Araplara taklîd ile melez bir şey yapılmıştır. Ve bu taklîd üslûb-ı nazımda değil ve belki efkâr ve ma’âniye bile sirâyet edip, bizim şuarâ-yı eslâf edâ-yı nazm u ifâdede ve hayâlât ve ma’anide Arap ve Acem’e mümkün mertebe taklide sa’y etmeyi maariften addetmişler ve acaba bizim mensûb olduğumuz milletin bir lisânı ve şiiri var mıdır ve bunu ıslâh kabil midir, aslâ burasını mülâhaza etmemişlerdir.”

Divan şiirinin, melez bir şiir olup, millî şiirimiz olmadığı sonucuna varan Ziya Paşa daha sonra da, Divan nesrinin millî nesrimiz olup olmadığı hususundaki düşüncelerini ortaya koymuştur:

“İnşâ (nesir) yolunda da hal tamamiyle böyle olmuştur. Münşe’at-ı Feridun ve âsâr-ı Veysî ve Nergisi ve sâir  münşe’at-ı mu’tebere ele alınsa, içlerinde üçte bir Türkçe kelime bulunmaz ve bir maslahat ifade ederken bedi’ ve beyan fenleri karıştırılarak ibrâz-ı belâgat için öyle müşevveş ve mütetabiü’l-izâfât ibâreler yazmışlardır ki, Kamus ve Ferheng beraber olmadıkça ve bir adam fenn-i ma’âni ve âdâb-ı Arapta kemâl-i marifeti olduktan sonra âdeta bir ders mütalâa eder gibi birçok zamanlar sarf-ı zihn etmedikçe mânasını istihrâca muktedir olamaz. Hâlâ Bâbıali ve devâir-i saireden yazılan muharrerât-ı resmîye, gerçi eski zamanlarda gelen erbâb-ı maarif iktidârında kâtipler olmadığından, evvelki münşeat derecesinde mu’akkad değilse de, bunlar da ol babanın veled-i zinâsı olduklarından, yine seci ve rabt u maânisi mevhûm ve meşkûk ibârât ile memlûdur. Eski inşâlarda lügat-ı Arabbiyye ve ibârât-ı muhayyele var ise de, bari zımnında iyi kötü bir mânâ dahi çıkardı. Şimdi ise asır nâzikleşmiş ve efkâr ve politika incelmiş olduğundan, bazı fermanlar ve mektub-ı Samîler ve takrirlerde öyle ibâreler görülüyor ki, lügatlar herkesin bildiği şeyler iken mânâ-yı sahîhî ne olduğu anlaşılmak kabil olmuyor. Garibi şurası ki, böyle anlaşılmayacak ibâre yazabilmek hüsn-i kitâbetten addolunuyor. Meselâ Maliye aklâmını ve Divân-ı muhasebât ve Meclis-i Vâlâ’yı dolaşıp, nihayet emir-nâme-i sâmi yazılmak icâp ettirmiş tımar veya âşâr maddesine dâir mufassal bir mektûb-ı sadâretpenâhî ki, iki üç yüz satır sözdür, bu yolda melekesi olan en mâruf bir zatın eline geçsin ve okutulsun, hitâmında şu okuduğumuz maddeyi lisânen takrir ediniz denilsin, o vakit kitâbetimiz ve kâtibimiz ne kâtiptir meydana çıkar.”

Mevcut nesrimizin de millîlik vasfından uzak ve anlaşılmaz olduğunu belirten Ziya Paşa, bundan sonra şiirimizin ve nesrimizin nasıl bu hale geldiğini anlatarak millî şiir ve nesrimizin ne olduğunu ifade etmiştir:

“Vah bize... yazık bize... Bu hale göre bizim millette tabîî hal üzere ne şiir ve ne de inşâ yok mu demek olur. Hayır bizim tabîî olan şiir ve inşâmız taşra ahalileri ile İstanbul ahâlisinin avâmı beyninde hâlâ durmaktadır. Bizim şiirimiz hani şâirlerin nâ-mevzûn diye beğenmedikleri avam şarkıları ve taşralarda ve çöğür şâirleri arasında deyiş ve üçleme ve kayabaşı tabir olunan nazımlarıdır. Ve bizim tabîî inşâmız Mütercim-i Kâmûs’un ve mu’ahharen Muhbir gazetesinin ittihaz ettiği şive-i kitâbettir. Vâkıa bu nazım ve bu kitâbet matlûb olunan derecede beliğ ve tumturaklı görünmez ise de, ümmet-i Osmaniye ilerlediği sırada bunlara rağbet edilmediğinden, oldukları yerde kalmışlar, büyüyememişlerdir. Hele bir kere rağbet o cihete dönsün az vakitte ne şâirler, ne kâtipler yetişir ki, akıllara hayret verir.  Velhasıl şi’r-i tabîî odur ki, şâir cüz-i bir mülâhaza üzerine kalemi eline alıp irticâlen kırk elli beyit nazm edebilmeli. Kitâbet-i millîye odur ki, eli yazı tutan zihnindeki muradını iyi kötü kağıt üstüne koymalı. Şimdiki şiir ve inşâmızda ise tertib-i maâni ile beraber bir teşkil ü tertîb-i elfâz derdi zihni işgal etmekle ne şiir ve ne de nesirde  usûl-i irtical mümkün değildir. Her milletin şâirleri, hattâ bizim çöğür şâirlerimiz bedâhaten birçok şiir söylerler. Biz ise beş beyit bir gazeli dokuz ayda doğurur gibi söyleriz.  Sâir milletlerde küberâ ve hattâ musannifler bizzat eline kalem alıp mektûp ve telifât yazmazlar, belki yanlarındaki kâtiplerine ağızdan söylerler, onlar dahi yazarlar. Nitekim bizde dahi köy ağaları  imamlara söyleyip yazdırırlar. Bu sebepten gerek muhâberât ve gerek telifât onlarda süratli ve suhûletli olur. Ama biz mektup yazdığımızda bir iki kere tesvîd ve tebyiz etmedikçe istediğimiz gibi olmadığından, hem muhaberelerimizde te’enni ve betâat ve hem de ifadelerimizde noksan ve rekâket bulunur. Bu fenalığı def için tabiata ittiba etmeli.”

Görüldüğü gibi, Ziya Paşa, “millî şiirimizin, hani şairlerimizin âhenksiz, ölçüsüz diye beğenmedikleri halk şarkıları ve çöğür şairleri arasında “deyiş”, “üçleme” ve “kayabaşı” tabir olunan şiirler olduğunu, millî inşamızın (nesrimizin)  Mütercim-i Kâmus’un kullandığı yazı yazma tarzı olduğunu belirtmiş ve “Hele bir kere rağbet o yöne dönsün, az vakit içinde ne şairler, ne kâtipler yetişir, akla hayret verir” demiştir.

Ziya Paşa makalesini, “ şiirdeki ve nesirdeki fenalığı def için tabiata ittiba etmeli” diyerek bitirmiştir. Fakat Tanzimat döneminin diğer şair ve yazarları gibi, Ziya Paşa da, bu sözünü hayata geçirememiş, düşünceleri ile eserleri arasındaki çelişkiyi ortadan kaldıramamıştır. Bu, kültür ve medeniyet değişiminin hızlı yaşandığı dönemlerde, bütün aydınların içine düştüğü bir çelişkidir. Çocukluğundan beri kuvvetli Osmanlı kültürü ile yetişen, Doğu dillerini ve edebiyatını öğrenen,  İslâmî değerleri yaşayan ve daha sonra Fransızcayı ve Batı Edebiyatını tanıyan bütün Tanzimat edebiyatçılarındaki  “millî-beynelmilel” , “eski-yeni”, “Osmanlıca-Türkçe” “Divan şiiri-Halk şiiri”, “konuşma dili-yazı dili”, “aruz vezni-hece vezni” çelişkisini Ziya Paşa da yaşamıştır. Düşünce planında “halk Türkçesini, halk şiirini, sade nesri” savunmuş, uygulamada ise Divan dil ve üslûbundan tamamen kopmamış ve o edebiyatın nazım şekillerini kullanmıştır.

Fakat Ziya Paşa, şiire Şinasi’den sonra sosyal kavramları sokan, toplum ve devlet hayatındaki aksaklıkları ve rahatsızlıkları açıklıkla eleştiren ve geri kalış nedenlerimizi cesaretle ortaya koyan ikinci adam olmuştur. Nesirde ise, Batı edebiyatındaki yeni türleri başarıyla edebiyatımıza sokmuş ve en sağlam örneklerini vermiş bir yazarımızdır.  Ayrıca, şu gerçeği de gözden uzak tutmamak gerekir ki, Ziya Paşa “Şiir ve İnşa” makalesinde ortaya koyduğu görüşlerle, gerek kendi nesli, gerekse II. Meşrutiyet ve sonrası nesiller üzerinde etkili olmuş ve görüşleri Millî Edebiyat’ın oluşmasında en önemli yapı taşlarını meydana getirmiştir.

(1) Ziya Paşa, Şiir ve İnşa, Hürriyet sy. 11, 20 Cemaziyelevvel 1285 (7 Eylül 1868)