İsmail Yakıt

Tüm yazıları
...

Orta Avrupa seyahati ve Türk izleri-VII

1950’de Denizli’nin Tavas İlçesi Kızılcabölük Bucağı’nda dünyaya geldi. İlk ve ortaokulu memleketinde, liseyi Denizli’de bitirdi. Yüksek tahsilini Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde (1970-1974) tamamladı. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından burslu olarak Fransa’ya gönderildi. “Paris-IV Sorbonne Üniversitesi’nde” Doktora yaptı (1974-1979). Doktora tez çalışmaları esnasında, Sorbonne Üniversitesi’nde Mukayeseli Felsefeler Dalı’nda İhtisas Diploması aldı (1976). Kahire (Mısır) Üniversitelerinde araştırmalarda bulundu (1976-1977). Paris Tıp Fakültesi’nin Juvisy Dokümantasyon Merkezinde araştırmalar yaparak “Anthropologie biologique” sertifikası aldı (1978). 1979’da İslam Felsefesi ve Mukayeseli Felsefeler dalında Paris-IV Sorbonne Üniversitesi’nde hazırladığı evrim teorileri üzerindeki Doktora tezini “Pekiyi” dereceyle savunarak yurda döndü. Erzurum Atatürk Üniversitesi İslami İlimler (İlahiyat) Fakültesi’ne Dr. Asistan olarak girdi (1980). KKTC’nde Yedek Subay olarak askerlik yaptı (1980-1981). Yardımcı Doçent oldu (1982). İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Türk-İslam Düşüncesi Tarihi Anabilim Dalı’na naklen tayin oldu(1984). Doçent oldu(1986). İslam Felsefesi Profesörlüğü’ne yükseltildi ve akabinde S.D.Ü. İlahiyat Fakültesi Kurucu Dekanlığı’na tayin edildi(1993). Üç dönem arka arkaya dekanlık yaptı(1993-2003). Bu arada Sosyal Bilimler Enstitüsü Kurucu Müdürlüğü görevini de yürüttü (1993-1999). Akdeniz Üniversitesi Felsefe Bölümü Bilim Tarihi ve Felsefesi Anabilim Dalı Başkanlığına atandı (2010). Bir dönem Bölüm Başkanlığı da yaptı.(2014-2017) 2017 yılı Temmuz ayında yaş haddinden emekli oldu.

Fransızca ve Arapça bilen Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın birçok yayını bulunmaktadır. Çalışmalarının bir kısmı İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Arapça, Almanca, Özbekçe, Uygurca ve Japoncaya çevrilmiştir.

İletişim:ismailyakit@gmail.com 

İsmail Yakıt

Müzeden sonra Viyana şehir turuna Türkenschanzpark ‘Türk Park’ından başladık. Türk Parkı denmesinin sebebi ise, II. Viyana kuşatması esnasında Osmanlı tabyasının bulunduğu bölge olmasındanmış. Daha sonra burayı, 1888’de İmparator Franz Joseph’in emriyle güzel ve büyük bir park haline getirilmiştir ve adını da ‘Türk Park’ı koymuşlar. Park oldukça yeşil ağaçlar, göletler, çimenler, oturma yerleri, gezinti yolları ve aralara serpiştirilmiş mermer heykeller bakımından oldukça güzel ve bakımlı görünüyor. Bu parkta bizim için önemli olan iki eser vardı: Birincisi, 1991 yılında Namık Kemal Zeybek’in Kültür Bakanlığı zamanında Türk devleti tarafından yaptırılmış olan ve etrafı İznik çinileriyle kaplı, Yunus’un Divan’ından alınmış güzel tasavvufi Türkçe beyitlerle süslenmiş tam anlamıyla bir Osmanlı-Türk üslûbuyla inşa edilmiş olan ‘Yunus Emre Çeşmesi’dir.

Gerçekten Türk parkına yakışmış ve suyu da içilebilen bir Türk çeşmesi olmuş.

İkincisi ise, oturmuş tütününü içen bir yeniçeri askerinin heykelidir. Koşumlu, binmeye hazır atının heykeli de arkasında çimenlerden besleniyor gibi duruyor.

Parkta fazla kalmadık. Savaşın geçtiği söylenen ve üstüne yapılmış bir Kilise ile taçlandırdıkları “Kahlenberg Tepesi”ne çıkmak için otobüslere bindik. Osmanlı askeri bu tepeye “Almandağı” adını vermiştir. Bazı askeri stratejistlere göre, bir savaşta duruma göre karargâhlar yer değiştirir. Bu savaşta da birkaç karargâh kurulmuş olabilir.

Kehlenberg tepesi adeta bizim İstanbul’un Çamlıcası gibi panoramik bir görüş hakim.

Tepenin gerek şehir ve gerekse Tuna nehri manzarası muhteşem. Eskiden bu dağa “Sauberg Dagı” (Domuz Dağı) diyorlarmış. Polonyalı Sobieski, arkadaki iki tepenin ardından dolaşarak Osmanlı ordusunun sağ kanadını mağlup etmişti. Taarruzun yapıldığı 12 Eylül 1683 sabahı, bu tepedeki Kapusen Manastırı’nda bir ayin yapar. Viyana’nın Türkler’in eline geçmemesi için dua edilir. Nihayet Şimdiki Kahlenberg tepesinin Türkler’den kurtuluşunun şerefine bir Kilise inşa edilir ve adına da Polonya Kralı ‘Jan Sobieski’nin adı verilir. Nitekim kilisenin dış duvarında Sobieski’ye şükran tabelası vardır. 1983 yılında Polonyalı Papa II. Ioannes Paules (2. John Paul/Karol Josef Wojtyla), burada Viyana kuşatmasının 300. Yılında bu Kilise’de dünya çapında bir basın toplantısı düzenledi ve içeriye Türk basınından kimse alınmadığını o zamanki basında çıkan haberlerden okumuştuk. Acaba ne konuştular?...

Savaşın detaylarına girmeyeceğim. Daha önce Kanuni, stratejik önemi dolayısıyla Viyana’yı kuşatmış ve bazı tarihçilere göre, taarruz planları yaptığı son gece, Viyana içinde şehrin anahtarını teslim etmek üzere bir hazırlık da varmış. Ancak ne var ki o gece sabaha kadar kar yağmış ve 2,5 arşın (yaklaşık 170 cm.) kadar yığılmış. Kanuni, iyi bir havada tekrar gelmek şartıyla kuşatmayı kaldırmış Ama Türk korkusu her türlü tedbiri aldırmış. Osmanlı’nın Belgrat Valisi bile zamanla Viyanalıların adamı olmuş. Kaldı ki Kara Mustafa Paşa da Belgrat Valisine çok güvenmiş. Ona ağır toplarla yola çıktığı ordusunu gizli yollarla Viyana’ya götürmesini söylemiş. O da hem Viyana’ya haber salmış hem de Osmanlı ordusunu hep bataklık yerlerden götürmüş. Böylece pek çok ağır top bataklığa saplandığından hafif toplarla Viyana’yı kuşatmak zorunda kalmışlar. Sonradan anlaşılmış ama iş işten geçmiş. Bazı tarihçiler Kırımlı Giray Han’ın yardım etmesi gerekirken etmediği ve Jan Sobieski’ye mani olmadığı şeklinde yorumlar yaparlar. Bunları tartışacak değilim. Nihayet bu sefer bozgunla sonuçlanmıştır. Geriye bir yığın Osmanlı savaş malzemesi kalmıştır. Tarihçilerin verdiği bilgilere göre, 25 bin çadır, 10 bin sığır, 5 bin deve, 300 top, tonlarca tahıl, çuvallar dolusu çekirdek kahve vb… Biz de şimdi onları görüp yazmakla meşgulüz.

Padişah IV. Mehmet zaten Belgrat’ta haber bekliyordur. Seferden ağırlıklarını bırakarak geri çekilen Kara Mustafa Paşa Belgrat’a gelir ve durumu en ayrıntılı şekliyle izah eder hatta tekrar bir daha sefer düzenlenmesi ve masrafının da kendi bütçesinden karşılanmasını teklif eder ama Sultan zaten yola çıkmış ve celladını göndermiştir. Padişah yolda pişman olur, Kara Mustafa Paşa iyi bir devlet adamıdır, yiğit bir komutandır, öldürülme emrini geri çektiğine dair bir ferman daha yollar ama yetişmez. İnfaz çoktan gerçekleşmiştir. Kesilen başı, Edirne’de metfundur. Gerçi müzelerinde Belgrat’tan geldiği ve Kara Mustafa Paşa’ya ait olduğu söylenen bir kafatası var ama bu ona ait değildir.

Biz şehir turumuza devam edelim. Şehrin sokaklarında duvarlarda asılı Osmanlı toplarından atılan gülleler vardır.  Buna Turkenkugel ‘Türk Güllesi’ diyorlar.

Ayrıca bazı evlerin giriş kapılarının üstünde sakıllı sarıklı, pala bıyıklı çatık kaşlı Türkenkope ‘Türk başı’ kabartma tasvirleri vardır.

Türk düşmanlığının bir diğer görüntüsü diyebiliriz. Ayrıca Şehirdeki Türkenritthof ‘Türk Gezinti Avlusu’ Türklerin aşağılandığı bir yer olarak bilinir. Üstte Osmanlı figürlerinin yer aldığı bu avlu, kuşatmadan sonra Türklerden kurtulmanın şerefine 24 Ağustos’dan sonraki ilk Pazar günü Aziz Bartelemi Yortusu adını verdikleri her yıl düzenlenen bir festival yapılır. Burada eşeğe ters binen bir adam Kara Mustafa Paşa’yı temsilen gezdirilir ve böylece Türkler aşağılanırdı. Çeşitli taşkınlıklar sebebiyle Kral I. Leopold tarafından yasaklanır.

Osmanlı Lağımcıları (İstihkâm birlikleri) çok iyi tünel kazıcılardı. Her savaşta yararlı işler yaparlar, kalelerin, surların altını oyup, tünel kazarlar ve surları alttan patlatırlardı. Böylece açılan gediklerden Osmanlı askerleri girer ve fetih işlemi daha çabuklaşırdı. Fırıncılar, daha ziyade sur/kale kenarında olurdu. Kuşatma esnasında bir gece Josef Schulz adındaki bir fırıncı, bodrumundan sesler geldiğini duymuş. Bunlar Türk lağımcılarının “Allah Allah” sesleridir. Mesele anlaşılınca bodruma su doldurarak lağımcıların bu girişimini engellemiş ve böylece kendisi de kahraman olmuş. 1783’te de Innunghause adı verilen bina inşa etmişler.

Bu arada “Çerkez Dayı”yı unutmayalım. Evliya Çelebi’ye göre Kanuni zamanındaki kuşatmada kaleden açılan bir gedikten içeriye atıyla dalan Çerkez Dayı, neden sonra içeride tek başına kaldığını anlar ama yılmaz. Şehit düşene kadar da çarpışır. Kral Ferdinand olayı görür ve bu büyük kahramanı şehit düştüğü yerdeki evin oraya defnettirir. Mumyasını yaptırdığı da söylenir. Strauchgasse ‘Gavur Sokağı’ nda olan bu evin köşesine de at üstünde kılıç sallayan bir heykelini de yaptırır.

II. Kuşatmada Osmanlı askeri geri çekilirken haliyle bütün ağırlıklarını orada bırakır. Çuval çuval kahveler orada kalır. Viyanalılar bu öğütülmemiş çiğ kahveleri deve yemi zannetmişlerdir. Kuşatma sırasında tercümanlık yapan Leh Yahudisi Kolschitzky, bunun Türk askerlerinin içtiğini görmüş ve bunları toplayarak öğütüp içine şeker ilave ederek kuşatma sonrası şehirde ilk kahvehaneyi Schlossergasse’de açmıştır. ‘Viyana kahvesi’ zamanla dünya markası olmuştur. Şimdi Viyana’ya gidenler oradan kahve getiriyorlar. Daha sonra rehberimiz Adil Bey’in verdiği bilgiye göre, Cappuchin rahip arkadaşı Marco d’Aviano  da acı kahvenin içine tatlandırıcı olarak bal ve süt koyuyor. Tatlanıp köpüklendiğini ve renginini de kendi elbisesinin rengini aldığını görünce ona isim babalığı yaparak Kutsal Roma İmparatoru I. Leopold’e sunulan bu özel karışıma ‘cappuchino’ deniyor.  Demek ki dünyaca meşhur cappuchino da aslında Türk kökenli.

İlk kahvihaneyi açan Kulczycki, reklam amacıyla kahveyi yeniçeri giysileri içinde sunmaya başlar. Nitekim şehrin bazı yerlerinde kahve dağıtan yeniçeri heykelleri de var.

Kahvenin yanında Fransızca“kruvasan”(hilal) adlı çörek de Viyana kuşatmasından kalmadır. Almanlar’ın ‘kipferl’ dedikleri bu çörek, Türkler Viyana’dan geri çekilince, ‘Türkler’den kurtulduk, gittiler’ anlamında sevinçlerinden pastacılar ve fırıncılar tarafından yine Türklerden öğrendikleri milföy hamuruyla çörek yapmışlardır. Viyana kahvesinin yanında yenmesi adet olarak günümüze kadar gelmiştir. Osmanlı hilalini çörek yapıp yemek, Batılılar için çok lezzetli olsa gerek.

Habsburg sarayının kapısının sol üstünde yer alan Osmanlı sarığı giymiş bir heykel vardır. Ayrıca sarayın kapısından içeriye girince ‘Milli Kütüphane’nin önünde şaha kalkmış atın üzerinde Prens Eugen heykeli dikkatinizi çeker. Atın ayakları altında da hilali gözüken sancağı taşıyan bir yeniçeri askeri vardır. Buna benzer heykelleri birçok yerde görürsünüz. Ama en dikkat çekici olanlar ise Stefan Katedrali’nin oradaki heykel ve çandır.

Gelecek yazımızda bu Katedralin kuzeyindeki heykeli ve tepesindeki çandan bahsetmezsem, Viyana’yı anlatmamış olurum.