Sakin Öner

Tüm yazıları
...

MAHİR ÜNAL’IN ASILSIZ İDDİALARINA CEVABIMDIR

İletişim: sakinoner@hotmail.com

Sakin Öner

AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal, 22 Ekim 2022 Cuma günü Kahramanmaraş’ta 8. Uluslararası Kitap ve Kültür Fuarında şuuraltının yansıması olan talihsiz bir konuşma yapmıştır. Bu konuşmada şunları söylemiştir: “Tarihteki en sert kültürel devrim Türkiye’de yaşanmıştır. Ama maalesef bir kültür devrimi olarak Cumhuriyet bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hasılı bütün düşünmemizi yok etmiştir. Bugün konuştuğumuz Türkçe ile bir düşünce üretemeyiz, sadece konuşma ihtiyacımızı karşılayabiliriz.”

Mahir Ünal, bu konuşmasıyla Atatürk’ün bânisi olduğu Cumhuriyet’in kuruluşuna, değerlerine ve kazanımlarına öfkeleri, nefretleri ve intikam duyguları bir türlü bitmeyen bir zihniyetin sözcülüğünü yapmıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra yapılan harf ve dil devrimleri ile bugünkü Türkçenin yetersizliği hakkındaki sözleri, tarihi ve ilmi gerçeklerle kesinlikle bağdaşmamaktadır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, alfabe ve dil devrimlerini yaparken, Osmanlı Devleti’nin son iki yüzyılında başta padişahlar olmak üzere yöneticilerin ve bazı aydınların bu alandaki çabalarını ve ortaya koydukları görüşleri göz önünde bulundurarak bunları bir sistem bütünlüğü içinde hayata geçirmiştir. Cumhuriyet; bir medeniyet ve milletleşme projesidir.

Şimdi Ünal’ın bu iddialarını tek tek ele alalım. Atatürk’ün Cumhuriyet’in ilanından sonra alfabe ve dil alanında yapılan devrimler, birkaç yılın birkaç günün eseri değil, uzun bir sürecin eseridir. Önce yabancı dillerin Türk dilini istilasına karşı çıkan aydınlarımızın asırlardır yaptıkları mücadele üzerinde duralım.

Türk milleti, 10. yüzyılda toplu olarak İslam dinini kabul ettikten sonra Türkçe Arapça karşısında kan kaybetmeye başlamıştır. Bu konudaki rahatsızlığını ilk ortaya koyan Türk aydını, Kaşgarlı Mahmut’tur. 11. yüzyılda yetişen, İslâm dinine olan bağlılığı ile Türkçe sevgisini hiçbir zaman birbirine karıştırmayan ilk dil bilginimiz Kaşgarlı Mahmut, Arapçanın Türkçeye aşırı etkilerine karşı çıkmak için yazdığı Divanü Lûgat-it-Türk isimli ünlü eserinde, Arapçanın Türkçeden üstün bir dil olmadığını göstermeye çalışmıştır.

Millî birliğin sağlanması için resmi dilin tek olması gerçeğini gören ilk devlet adamı olan Karamanoğlu Mehmet Bey, 13 Mayıs 1277 tarihinde bir ferman yayınlayarak, o tarihten sonra “divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste, meydanda Türkçeden başka dil kullanılmasını” yasaklamıştır. 13 Mayıs tarihi, 1960 yılından bu yana, dilimize sahip çıkma şuurumuzun güçlenmesine katkıda bulunması düşüncesiyle Türk Dil Bayramı olarak kutlanmaktadır.

Kaşgarlı Mahmut’tan sonra 15. yüzyılda Ali Şîr Nevâî dilimizin yabancılaşmasına karşı çıkmış ve Farsçanın Türkçe üzerindeki etkisine karşı yazdığı Muhâkemetü’l-Lügateyn adlı kitabında, Türkçe ile Farsçayı karşılaştırarak pek çok yerde Türkçenin üstünlüğünü savunmuştur.

Selçuklular döneminden itibaren ilim dili olarak Arapça, edebiyat dili olarak Farsça ağırlık kazanmıştır. Osmanlı Devleti kurulduktan sonra resmi yazışmalarda ve edebiyat dilinde Arapça ve Farsçanın kelime ve tamlamalarının ağırlık kazandığı Osmanlıca adını verdiğimiz bir Türkçe kullanılmaya başlanmıştır. Osmanlı Devleti, kısa sürede üç kıtada geniş bir coğrafyaya yayılarak büyük bir imparatorluk haline gelince münasebete geçtiği dilleri etkilediği gibi, o dillerden de etkilenmiştir. Böylece Türkçe bir imparatorluk dili haline gelmiştir. Edebiyat tarihçisi Nihat Sami Banarlı, Türkçenin Sırları isimli ünlü kitabında “Her dil imparatorluk dili olamaz, çünkü her millet imparatorluk kuramaz” diyerek Türkçenin zenginliğini ve gücünü ifade etmiştir.

Bu noktada şu iki tespiti yapmak gerekir. Osmanlı döneminde aydınlar arasında yazı dili ile konuşma dili tamamen birbirinden kopmuştur. Yönetimin halkın eğitim ve öğretimini ihmal etmesi sonucu bu etkilerden büyük ölçüde uzak kalmış, başta Yunus Emre olmak üzere halk ozanlarının ve halk hikayelerinin etkisi ile halkımız, saf ve temiz Türkçeyi kullanmaya devam etmiştir.

Bize göre, Selçuklu da Osmanlı da Türkiye Cumhuriyeti de Hunlar, Uygurlar, Göktürkler gibi Türk tarihinin birbirinden ayrılmaz iftihar kaynaklarıdır. Biz hepsiyle gurur duyuyoruz. Fakat Sayın Ünal’da ifadesini bulan zihniyet, sadece Osmanlı’ya sahip çıkmakta, Türkiye Cumhuriyeti’ni ise yok sayarak inkâr etmektedir. Bu zihniyet sahipleri, maalesef Osmanlı tarihini de ya bilmiyorlar ya da bilmezden geliyorlar.

Türkçenin yabancı kelimeler ve tamlamalarla içine düşürüldüğü tuhaf durumu ilk fark eden ve bu konuda ilk adımı atan Osmanlı padişahı, III. Selim olmuştur. O, halk edebiyatındaki halk dilinin kelimelerinin klasik edebiyatımızda da kullanılmasını savunan Türkî-i basit hareketinden etkilenerek Türkçenin sadeleştirilmesini savunmuştur.

Birçok ıslahat hareketini gerçekleştiren II. Mahmut, 1827 yılında açılan Tıphane-i Amire’de okutulan bütün ders kitaplarının Fransızca olması üzerine, Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’ye gönderdiği mektupta, tıpta öğrenim dilinin Türkçeleştirilmesini, Fransızca kitapların Türkçeye çevrilmesini ve tıp biliminin kendi lisanımızla öğretilebilmesi için gerekli kitapların yazılmasını istemiştir. II. Mahmut konuşulan Osmanlı Türkçesinin da herkesin anlayabileceği şekilde sadeleşmesini istemiş, Viyana’ya yaptığı yolculuğu kitaplaştıran Vak’anüvis Esat Efendi’ye  kitabın dili hakkında; “…Gerçi çok güzel ve sanatlı kaleme alındığına şüphe yok ise de, bu türlü herkesin okuyacağı şeylerde herkesin anlayabileceği sözler kullanmak lazım gelir” demiştir.

Osmanlı devletinde dil meselesi, II. Abdülhamit döneminde de ciddi biçimde ele alınmıştır. 1876 yılında I. Meşrutiyet’in ilanından sonra kabul edilen ilk anayasamız olan Kanun-ı Esasi’nin 18. Maddesinde; “devlet kadrolarında görev alacak kişilerin devletin lisan-ı resmisi olan Türkçeyi bilmeleri şarttır” hükmü getirilmiştir. Bu madde ile devletin resmi dilinin Türkçe olduğu da açıkça belirtilmiştir. Kanun-ı Esasi’nin 68. maddesinde ise; üç kıtaya yayılmış Osmanlı coğrafyasından “seçilecek mebusların Türkçe bilmesinin şart” olduğu belirtilmiştir.

Dilimizin sadeleştirilmesi, Halk Türkçesinin kullanılması ve böylece yazı dili ile konuşma dili arasındaki kopukluğun giderilmesi konusu, Tanzimat’tan sonra batıdaki Türkoloji çalışmalarından da etkilenen Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Vefik Paşa, Ahmet Cevdet Paşa, Ahmet Midhat Efendi, Şemsettin Sami, Süleyman Paşa, Ali Suavi, Mirza Fethali Ahundzade ve Hüseyinzade Ali Bey gibi yazarlar tarafından savunulmuştur. Bu yazarlar, bu konudaki tavırlarını eserlerine yansıtmışlardır.

Türk dilinin sadeleşmesi konusunda yapılan bu çalışmaları Ömer Seyfettin, Genç Kalemler dergisinin 11 Nisan 1911 tarihli sayısında yayımlanan “Yeni Lisan” makalesinde bir manifestoya bağlanmıştır. “Gayemiz millî bir lisan, millî bir edebiyat vücuda getirmek olacaktır” diyen Ömer Seyfettin, bu makalesinde; Türkçe karşılığı olan yabancı kelimelerin kullanılmamasını, Türkçeye mâlolmuş kelimelerin kullanılmaya devam edilmesini, yabancı imla ve dilbilgisi kurallarını terk edilmesini tavsiye etmiştir. Büyük tartışmalara sebep olan Yeni Lisan makalesi, dilde sadeleşme hareketinin ve Milli Edebiyat’ın öncüsü olmuştur.

Türkler toplu olarak İslâm’ı kabul ettikten sonra Türkçeyi Arap Alfabesi ile yazmaya başlamışlardır. Türk toplumunda alfabe tartışmaları da Cumhuriyet ile değil, Osmanlı döneminde başlamıştır. Tanzimat aydınlarının önde gelenlerinden Münif Paşa 1863’te Osmanlı Cemiyet-i İlmiyyesi’ne sunduğu projede, Arap harflerinin bitiştirilmeden ayrı yazılmasını ve “ses uyumu kuralı” nedeniyle sesli harflerin eksiksiz kullanılmasını önermiştir. 

Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın Gelenekten Geleceğe isimli kitabında ifade edildiği gibi; Latin harflerinin bilinmeyen ve kendini gizleyen bir taraftarı, Ali Vehbi Bey’in yayınladığı hâtırâta göre, Sultan II. Abdülhamid’dir. Ona göre Sultan, “Halkımızın büyük cehaletine sebep, okuma yazma öğrenimindeki güçlüktür. Bu güçlüğün nedeni ise harflerimizdir. Belki bu işi kolaylaştırmak için Latin alfabesini kabul etmek yerinde olur” demektedir. Alfabe değişikliği taraftarlarının zamanla artmasına rağmen Latin harflerinin kabulü sorunu, İlmiye sınıfının tepkisinden korkulduğu için hasıraltı edilmiştir.

II. Meşrutiyet döneminde de alfabenin ıslâhı veya değiştirilmesine yönelik örgütlü girişimlerde bulunulmuştur. 1911 yılında Milaslı Dr. İsmayıl Hakkı öncülüğünde kurulan Islah-ı Huruf Cemiyeti, “harfleri tadil ve ıslah ile mükemmel hale getirmek” amacıyla Yeni Yazı adlı bir dergi de çıkarmıştır. Bu konuda Enver Paşa bile bu alfabenin ıslahı için bir proje hazırlamıştır. Bu yıllarda Azerbaycan’da da Latin alfabesine geçiş için alfabe tartışmaları başlamıştır. Bu tartışma daha Cumhuriyet kurulmadan, 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında İzmir’de yapılan 1. İktisat Kongresinde de gündeme getirilmek istenmiş, fakat “Lâtin harflerinin İslâm birliğini bozacağı” gerekçesiyle gündeme alınmamıştır.

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyetin ilânından sonra Ord. Prof. Dr. Mehmet Fuat Köprülü’yü İstanbul Darülfünûnu bünyesinde Türk kültürünü ve medeniyetini dil, edebiyat, folklor gibi sahalarda inceleyecek, araştıracak ve bunların sonuçlarını yayımlayacak bir ilim müessesesi kurmak ile görevlendirmiştir. 12 Kasım 1924’te İstanbul Darülfünûnu Edebiyat Şubesi’ne bağlı bir ilim ve kültür yuvası olarak kurulan Türkiyât Enstitüsü, Türkiye Cumhuriyeti’nde Bakanlar Kurulu kararı ile kurulan ilk ve tek ilmî enstitüdür.

1923-1924 eğitim-öğretim yılında Türkiye’nin nüfusu 12 milyondur. Bu nüfusun erkeklerde yüzde 7’si ve kadınların sadece binde 4’ü okuryazardır. Cumhuriyeti kuran kadrolar, Türk toplumunun okuryazar oranını artırmak için çözümler aradılar. Bu konuda en önemli adımın alfabe değişikliği olacağını düşündüler. Alfabe tartışmaları ilk defa 25 Şubat 1924’te İzmir milletvekili Şükrü Saraçoğlu tarafından TBMM’ye taşınmıştır. Saraçoğlu bu konudaki konuşmasında, halkın okuma-yazma oranının düşüklüğünü Arap alfabesine bağlayarak şunları söylemiştir: “Efendiler! Bunun yegâne kabahati harflerdir. Arap hurûfatı, Türk lisanını yazmaya müsait değildir. Hacımızın, hocamızın, amirimizin, memurumuzun gayretine, asırlardan beri yapılan bunca fedakârlıklara rağmen halkımızın ancak yüzde ikisi veya üçü okumuştur” dedi.

Atatürk, daha gençliğinden itibaren Osmanlı’da ve Türk Dünyası’nda alfabe konusundaki gelişmeleri yakından takip ediyordu. Bu gaye ile 1926 yılında Bakü’de toplanan Türk ve yabancı Türkologların katıldığı Birinci Türkoloji Kurultayı’na, Türkiye’yi temsilen Köprülüzade Mehmet Fuat ile Hüseyinzade Ali Beyleri gönderdi. Bu kurultayın 17. oturumunda, Türk soylu halkların çoğunlukta olduğu cumhuriyetlerde Latin alfabesinden alınan harflerden oluşan “Birleştirilmiş Yeni Türk Elifbası”na geçilmesine karar verildi.

Atatürk, harf devrimini yapmadan önce halkın Arap harflerini kolay öğrenip öğrenemediğini son defa 1926-1928 yılları arasında açılan ve 600 bin kişinin katıldığı kurslarda denedi, iki yılda ancak 64.302 kişi okuma-yazma öğrenip belge alabildi. Bu deneme, Arap harfleri ile yaygın bir eğitim çalışmasının gerçekleştirilemeyeceğini gösterdi.

Türk Dünyası’nda alınan ortak alfabe kararı ve bu denemeden sonra Atatürk, milleti bu durumdan kurtarmanın yolunu 1928’de şöyle ifade etmiştir: “Büyük Türk milleti, cehaletten az emekle kısa yoldan ancak; kendi güzel ve asil diline kolay uyan Lâtin esasından alınan Türk Alfabesi ile sıyrılabilir. Arkadaşlar, bizim güzel ahenkli zengin dilimiz yeni Türk harfleri ile kendini gösterecektir. ...Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmelidir. Vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanperverlik ve milliyetperverlik vazifesi biliniz. Bu vazifeyi yaparken düşününüz ki bir milletin, bir toplumun yüzde onu okuma yazma bilir, yüzde doksanı bilmezse, bundan insan olanlar utanmalıdır”

Bu konuşmadan sonra 1 Kasım 1928’de Harf İnkılâbı yapıldı. Yeni Türk alfabesini halka kısa sürede öğretmek için 24 Kasım 1928 tarihinde Millet Mektepleri kuruldu. İlk yılda 1.075.500 kişi bu okullara devam etti ve 597.010 kişi okuma yazma öğrenerek belge aldı. Üç yılda 1,5 milyon vatandaş okuryazar hale getirildi. Görüldüğü gibi, alfabe değişikliği bir günde değil, Osmanlı’nın son döneminde başlayan uzun tartışmalardan sonra hazırlanmış ve hayata geçirilmiştir.

Şimdi Arap alfabesinden Türk alfabesine niçin geçildiğinin sebeplerini kısaca açıklayalım.

Harf inkılabına kadar kullandığımız alfabe, sadece Arap alfabesi olmayıp, Fars-Arap alfabesi uyarlamasıdır.  Arapça alfabesi toplam 28 harften oluşur. Osmanlıcada Arap harflerinin yanı sıra Farsçadaki (p, ç ve j) harfleri de kullanılmıştır. Bu 31 harfin dışında Türkçedeki (ince g) ünsüzünü belirtmek için (kef) harfine bir çizgi eklenerek (gef), (genizsin) ünsüzü için üç nokta eklenerek (nef), (lam) ile (elif)ten (lamelif), (hemze) ile (h) harfinin ünlü şekli olan (hâ-i resmiye harfleri) oluşturulmuştur.

Bu alfabede (v) sesi veren tek bir harf vardı: Vav. Vav harfi (v-o-u-ö-ü) olarak 5 ayrı ses olarak okunur. Nasıl okunacağına cümlenin akışına ve anlamına göre yani karine yolu ile karar verilir. Elif ortada ve sonda (a) olarak, başta (a) veya (e) olarak okunur. Sözcüğe (ı, i) ile başlanacaksa, (elif) ve (ye) harfini yan yana getirilerek (ı, i) sesi alınır. Bu alfabede 2 tane (d), 2 tane (t), 3 tane (s), 3 tane (h) sesi vardır. (Y) olarak yazdığım (ye) harfi (y-i-ı-a) olarak okunur. Mesela (Mustafa) yazarken, kelimenin sonundaki (a) harfi (y) olarak yazılır. Bilmeyen kişi (Mustafa) kelimesini (müstafi) olarak okuyabilir. Bir başka örnek;(ayın-sat-ye) harflerini yan yana getiriniz, normalde “asi” okunması gerekirken, maalesef “isa” okunmaktadır.

Şimdi sizlere Türkçenin Arap harfleriyle yazılışının hazin bir hikayesini anlatacağım. 1925 yılında Komünistler Davası’ndan 15 yıla mahkûm olan Nâzım Hikmet, bu 15 yılı yatmamak için Sovyetler Birliği’ne kaçar. Daha sonra yeni bir yasa çıkar, hakkındaki mahkûmiyet kalkar. Nâzım, gizlice Türkiye’ye döner ve Hopa’da yakalanır. Üzerinden “Heraklit’i Düşünüş” şiiri çıkar. Savcı, eski yazının azizliğine uğrayıp “Heraklit’i “her ekalliyet” okumuştur. Nâzım, Heraklit’in Yunanlı eski bir filozof olduğunu bir türlü kabul ettiremez. Savcı, sorguyu Kürt ayaklanmasına kadar götürür ve sonunda 3 ay 3 gün hapse mahkum edilir. Üç ay Hopa’da tutulduktan sonra sırasıyla Rize’ye, İstanbul’a ve Ankara’ya gönderilir. Delil yetersizliğinden serbest bırakılışı ancak yedi ay sonra olur.

Görüldüğü gibi Latin kökenli Türk alfabesi, dünyada bugüne kadar yapılmış olan en mükemmel eşsiz bir alfabedir. Türk alfabesindeki harfler, her zaman ve her yerde aynı sesle okunur. Her harfin sadece bir tek ses değeri vardır. Bir ses, bir tek harf olarak yazılır. Bir sesi yazmak için birkaç harf bir araya getirilmez. Ayrıca yeni alfabemize, Arap alfabesinde bulunmayan (ç, ğ, i, ö, ş, ü) harfleri oluşturularak eklenmiştir. 

Bu yüzden Atatürk harf devriminin gerekliliğini şöyle açıklamıştır: “Her araçtan evvel, büyük Türk milletine kolay bir okuma yazma anahtarı vermek gerekir. Büyük Türk milleti bilgisizlikten, az emekle kısa yoldan, ancak kendi güzel ve soylu diline kolay uyan böyle bir araç ile sıyrılabilir. Bu okuma yazma anahtarı, ancak Lâtin esasından alınan Türk alfabesidir.”

Harf devriminden sonra sıra Türkçenin yabancı dillerin boyunduruğundan kurtulması için dil devrimine gelmiştir. “Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” amacıyla Atatürk’ün talimatıyla 12 Temmuz 1932’de Türk Dil Kurumu, Türk Dili Tetkik Cemiyeti adıyla kurulmuştur. Türk Dil Kurumu, öncelikle o tarihe kadar Türkoloji alanında yapılan çalışmaları ve dilin sadeleşmesi konusunda ortaya atılan görüşleri değerlendirmiş, ülkemizdeki lehçe ve şive farklılıklarını ve diğer Türk topluluklarının sözlüklerini incelemiştir. Bu çalışmaları yakından takip eden Atatürk, bizzat kendisi de Türk dili üzerindeki yerli ve yabancı araştırmaları inceleyerek, dönemindeki bilginleri Türk dili üzerinde araştırmalar yapmaya yönlendirmiştir.

Gençlik yıllarından itibaren dil bilimi alanında çok sayıda kitap okuyan Atatürk, Türk dilinin sadeleştirilmesi çalışmalarına bizzat katılmıştır. 1936-1937 kış aylarında Dolmabahçe Sarayı’na çekilerek geometri öğretmenlerine, bu konuda kitap yazacaklara kılavuz olmak üzere, bir eski adıyla hendese, yeni adıyla geometri kitabı hazırlamıştır. Bu kitap 1937’de yazar adı gösterilmeden Millî Eğitim Bakanlığınca bastırıldı. Bu kitapta yer alan geometri terimlerinin bazılarının eski ve yeni karşılıklarına bir göz atalım.

Mecmu (toplam), mesâha-i sathiyye (alan), mahrut (koni), müselles-i mütesâviyü'l-adlâ' (eşkenar üçgen), müselles-i mütesâviyü’ssâkeyn (ikizkenar üçgen), murabba (kare), müselles (üçgen).Türk insanı, anlamadığı bu eski kelimelerle mi bilim yapacaktı?

Yalnız burada şu hususun altını çizmek gerekiyor. Bazı dilbilimciler ve yazarlar dilde sadeleşme adına aşırılığa kaçmışlardır. Bir tarafta fosilleşmiş eski kelimeler canlandırılmaya çalışılırken, bir taraftan da milletimizin geçirdiği tarihi süreçte dilimize girmiş, Türkçeleşmiş kelimeler ve kavramlar dilimizden atılmaya başlanmıştır. Ayrıca Türk dilinin kurallarına uymayan anlamsız kelimeler türetilmeye başlanmıştır. Bu da dilimizin yozlaştırmasına ve yoksullaşmasına yol açmıştır. Atatürk bu gerçeği daha sağlığında görmüş ve bu aşırılığa karşı çıkmıştır. Günümüzde “Yaşayan Türkçe”nin kullanılması esas alınmıştır.

Son olarak Ünal’ın “Bugün konuştuğumuz Türkçe ile bir düşünce üretemeyiz, sadece ihtiyaçlarımızı karşılayabiliriz, konuşma ihtiyacımızı karşılayabiliriz” sözü üzerinde duralım. Bu da bilimsel bir ifade değildir. Bu konuda Atatürk şöyle diyor: “Türk dili zengin bir dildir. Her kavramı ifade kabiliyeti vardır. Türk dili dünyada en güzel dildir. Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlakını, ananelerini, hatıralarını, menfaatlerini, kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyi dili sayesinde muhafaza etmiştir.”

Hayatı boyunca Türkçe’nin bilim dili olmasının mücadelesini veren ve bilim dünyasında “Türk Einstein”i unvanını kazanan Profesör Oktay Sinanoğlu, Türkçenin bilim dili olması konusunda şunları söylüyor: “Türk dili, öbür dillerde pek az rastlanan bir yapıya sahiptir. Batılı dilcilerin hayranlıkla söyledikleri gibi kuralları, adeta bir matematikçi tarafından düzenlenmiş gibi, kesin ve seçik, kendi kendini içinden türetebilen her yeni konuya yetişebilen her Türk’ün kolayca anlayabileceği yeni türeyen sözleri ile işlendikçe zenginleşen bir dildir.  Türkiye’nin bilim ve teknolojide gelişmesi ve bu alanda üretmesi için bilim dilinin İngilizce değil, Türkçe olması gerekir. Çünkü Türkçe, matematiksel yapısı itibariyle dünyadaki diller içinde en iyi bilim dili olacak yapıdadır. Bilim toplumu olmadan üretemezsiniz. Bu da sizi başkalarına muhtaç hale getirir. Her haysiyetli ülkenin eğitim dili kendi resmi dilidir. Bir ülkenin dilini yok etmek, o ülkenin, o ulusun adını tarihten silmek demektir.” Alman dil bilgini ve filozof Max Müller, Türk dili hakkında “Türk dilini incelerken, insan zekâsının dilinde başardığı büyük mucizeyi görürüz” demektedir.

Büyük Atatürk'ün ifadesiyle “Cumhuriyet'in temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürüdür.” Dil, millî kimliği kazandıran, milli birliği sağlayan ve sözlü ve yazılı kültürü maziden günümüze taşıyan en önemli unsurdur. Millî dil, bir egemenlik ve bağımsızlık göstergesidir. Türkçe, millî kültürümüzün koruyucusu ve taşıyıcısıdır. Yüzde yüz değilse bile yüzde doksan: Dil kültürdür! Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ifadesiyle “Türkçe, bizim ses bayrağımızdır.” Yetmiş yıl Sovyetler Birliğinin hegemonyası altında kalan ve 90’lı yılların başında bağımsızlığını kazanan beş Türk devletinde milli kimliği ayakta tutan “dil ve din” olmuştur.

Mahir Ünal’ın sözlerine bir cevap da Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan: “Türkçe yazmak için, her şeyden önce Türkçe düşünmemiz gerekir. Bir dilin özelliği sözlüğünde değil, ruhunda, dehasında aranmalıdır.” Yahya Kemal Beyatlı da diyor ki: “Bizi ezelden ebede kadar bir millet hâlinde koruyan ve birbirimize bağlayan Türkçedir.” 

Bu duygu ve düşüncelerle biz de diyoruz ki: atalarımızın emaneti olan Türkçe ve Atatürk ile silah arkadaşlarının emaneti olan Türkiye Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşayacaktır.

Ne mutlu Türk’üm diyene!