1938’de Urfa’nın Birecik İlçesinde doğdu. Aynı yerde ilk ve ortaokul öğreniminden sonra 1957’de Gaziantep Lisesini bitirdi. 1961’de Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli okullarda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. 1975’de İstanbul Ortaköy Eğitim Enstitüsü’nde öğretmenlik yaptı. 1976-78 İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. 1985’de Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesine öğretim görevlisi olarak geçti. Bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Anabilim Dalında doktorasını tamamladı. Sırasıyla Yardımcı Doçent, Doçent ve sonra Profesör ünvânlarını aldı. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde Din Sosyolojisi öğretim üyeliğinden emekli olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
Çalışmaları felsefe, sosyoloji, din sosyolojisi ve İslâmi sosyoloji çalışmaları üzerinde yoğunlaşmıştır. Evli ve üç kız babasıdır.
İletişim: sezenyumni@gmail.com
Kur’an insana hitap eder. Onda, baştan sona ikaz, ihtar, teklif, tavsiye, buyruk, tehdit, müjde, vaat bulunmaktadır. Bunlar için önce iman etmeyi ister. Bütün bunların, irade bakımından ‘sıfır’ durumunda olan bir varlığa yapılmadığı bellidir. Yahut iradesi, zihni sadece bu dünyaya ait olan, bu dünya ile sınırlı, ufku bu dünyadan başka bir şeyi almaya muktedir olmayan, idrak ve iradesi madde ve onun olaylarından doğmuş olan, öteleri düşünmeyen bir varlık muhatap alınmış değildir. İnsan denen varlık, sırf böyle olsaydı, böyle bir varlığa peygamber ve kitap gönderilip muhatap alınması abes bir iş olurdu. Böyle bir varlık, bu dünyayla sınırlı olarak kendi yolunu bulur, geçip giderdi.
Hitap, belirli hususlarda odaklanmıştır. Allah’a, resullerine, ahiret gününe, indirdiği kitaplara iman etmek. Hemen akabinde yararlı işler yapmak.
Kur’an, metodolojik olarak iki boyutta dikkatimizi toplar: Biri geçmişle ilgili delil ve dersler, biri açıklama kural ve kanunları. “ Gerçekten de onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır. Bu ( Kur’an) uydurulan bir söz değildir ancak senden öncekilerin tasdiki ve her şeyin açıklaması olup, iman edecek bir toplum için hidayet ve bir rahmettir.” (Yusuf 111).
İnandırmak için misal ve deliller nereden verilmiştir? Misaller bizim dünyamızdan, toplumumuzdan, tarihimizden ve kendimizdendir. Kendi kültürümüzden yani insan kültüründendir. Çünkü ancak bunlardan yola çıkarak anlamaya geçebiliriz. Önce vahiy dili, bizim kültürümüzün dillerinden biridir (peygamberlerin anadili). Sonra verilen örnekler görüp durduğumuz, üzerinde düşünebileceğimiz, ibret alabileceğimiz örneklerdir. “…işte Allah insanlara kendilerinden örnekler veriyor.” (Muhammed 3).
Kur’an sürekli tabiata bakmamızı ister. Çünkü orada her türlü işaret, ibret, aklı harekete geçirecek alamet ve düzen bulunmaktadır. “Yeryüzüne hiç bakmadılar mı ki, onda her hoş çiftten nice bitki yetiştirdik.” (Şuara 7)
Allah, tabiat olaylarını, her meslek ve her seviyeden insanların yani herkesin anlayabileceği şekilde değil de bugün bizim kısmen de olsa ulaşabildiğimiz “bilimsel tarz ve bilgiler) dediğimiz şekilde bildirseydi daha mı iyi olurdu? Mesela “Görmüyor musun ki Allah gökyüzünden su indiriyor ve yeryüzü yeşeriyor. Gerçekten Allah çok lütufkârdır, her şeyden haberdardır ve her şeyi haber verir. “(Hac 63) yerine, nemli yerler ve sular, güneşin ısıtmasıyla buhar haline gelip sonra göğe doğru yükselir, soğuk tabakalara rastlayıp tekrar yoğunlaşır ve yerçekimi dolayısıyla yukarıdan aşağıya su olarak dökülür deseydi daha mı iyi olurdu? Bu ve benzeri ayetlerde, tabiatta geçerli olan sebep-sonuç ilişkisine dayanan determinist bir olaya dikkat çekilmektedir. Oluşumu insanlar keşfedeceklerdir. Aksi halde ‘ilim’ bir adım ilerlemezdi. Her şeyi anında bilen, araştırmaya ihtiyacı olmayan, hazır bir bilgi robotu gibi olması da mümkündü fakat yaratıcının böyle istememiş olduğu anlaşılıyor.
İnsanların her gün görüp durdukları fakat üzerinde düşünmedikleri, nasıl olduğunu hemencecik bilmedikleri, bilseler bile nihai dayanaklarını anlayamadıkları nesne, düzen ve olaylara dikkatimiz çekilmektedir. Anlayamayacakları şeylerden bahsedilmiyor. Gece ve gündüz, yağmur, rüzgâr, gemiler (suyun gemileri kaldırma gücü), tabiatın ölüp ölüp dirilmesi, yani sonbahar kış-ilkbahar yaz devri daimi, bitkilerin meyveden kesilmesi ve sonra tekrar vermesi, doğum, ölüm, hayat, hepsi aklı olan kimseler için ibret doludur. “ Gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, Allah’ın gökten yağmur indirip de yeryüzünün ölümünden sonra diriltmesinde ve rüzgârları yöneltmesinde aklı olan bir kavim (kimseler) için ibretler vardır. İşte bunlar Allah’ın ayetleridir (delilleri, işaretleridir). Doğru ve Haktan geldiğine şüphe olmayan ayetleri sana okuyoruz. Allah’ın ayetlerine inanmadıktan sonra artık hangi söze inanacaklar?” (Câsiye 5,6). Üstelik bu nesne, düzen ve olayları bizim emrimize vermiştir. Bunda da ibretler vardır. “Allah, kendi emriyle gemilerin yüzüp gitmesi ve bol ihsanından isteyip yararlanmanız için denizleri kanunlarına boyun eğdirdi. Umulur ki şükredersiniz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini bir lütuf olarak sizin emrinize verdi. Şüphesiz burada düşünecek bir kavim için sayısız ibretler vardır.” (Câsiye 12,13). Hemen görünmeyip gizlenmiş bu sayısız ibretler, üzerinde düşünüp çıkarabileceğimiz işaretler olarak bize bırakılmıştır.
“Üstlerindeki göğe bir baksalar ya, onu nasıl bina etmişiz (yapmışız) ve donatmışız. Hiçbir çatlak (ayıbı ve kusuru) yoktur.” (Kaf 6). “Tomurcukları sıra sıra birbiri üstüne dizilmiş yüksek hurma ağaçları.” (Kaf 10).
Bitki nasıl ürerse ölü de öyle dirilip çıkar (A’raf 57). Herkesin anlayabileceği şeydir bu. Tabiatta nasıl ki henüz yokken, tohumdan bitki ürüyorsa, tohum kendi bitkisinden kalan bir öz ise ve tekrar canlanıp aynı bitki oluyorsa bizim tohumumuz da özümüzü taşıyan bir ruhi güç olarak tekrar bedeni oluşturacaktır. Tohum da ruh da yaratılmış olduğuna göre dirilme bir anlamda yeniden yaratılmadır. Kur’an, örnekleri verirken bu dünyada bilinen, yaşanmış, yaşanmakta olan örnekler üzerinde dikkatimizi yoğunlaştırır. Dikkatimizi yönlendirdiği diğer bir husus, “ilk defa yapan, tekrar yapabilir” mantığıdır. İlk defa O’nun yaptığına inandıktan sonra gerisine şüphe ile bakmak abestir. “İlk yaratmada acizlik mi gösterdik (yorulduk mu ki?) Doğrusu onlar yeniden yaratılış konusunda şüphe içindeler.” (Kaf 15).
Kur’an metodunda deliller, Rabbimizin karşısına çıkacağımıza kesin olarak inanalım diyedir (bkz. Ra’d 2). Yeniden dirilmeye inanmama, Rabbin sözünü yalanlama dolayısıyla Rabbi inkârdır. Kur’an’a göre esas şaşılacak şey budur (Ra’d 5).
Toplum hayatından örnekler de aynı şekilde herkesin anlayabileceği örneklerdir. Özellikle ilk sosyal laboratuvar olan, vahyin geldiği Arap toplumunun bildikleri, görüp gözledikleri, içinde yaşadıkları olaylardır. Araya insan üretimi girse bile insanlar için örnektirler. Toplumun bildiği, gördüğü, alıştığı ürünlerdir. “Allah evlerinizi size bir dinlenme ve huzur yeri yaptı ve hayvan derilerinden size gerek göçlerinizde gerekse ikametiniz gününde kolayca taşıyacağınız evler ve yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından giyecek, kuşanacak, döşenecek bir ev eşyası ve ticaret malı yaptı. Allah, yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı. Ayrıca sizi sıcaktan koruyacak elbiseler, savaşta koruyacak zırhlar yaptı. Böylece kendisine teslim olasınız (Müslüman olasınız) diye üzerinizde olan nimetini tamamlamaktadır.” (Nahl 80, 81).
İnsanların yaptıkları şeylere de Allah’ın yaptıkları ifadesi, kafamızı karıştırabilir. Ürünlerin bir kısmı tabiatta mevcut, bir kısmı insan eliyle mevcutlarından ıslah edilmiş değiştirilerek, benzetilerek ve aynı kanunlara dayanarak üretilmiştir. İnsan iradesi ve insan eli araya girince, her şeyi insan yaratma anlamında yapmış olmaz. Bütün potansiyeller O’nun tarafından yaratılmıştır ve insan da O’nu tarafından yaratılmış olduğu için her şey O’na bağlanmıştır.
Üzerimizdeki nimetlerin hatırlatılması, sonuçta bir öğüt içindir. Yol göstermedir, sakındırmadır. Üstelik bunları, kendileri gibi bir insan vasıtasıyla hatırlatmaktadır. “Buna karşı eğer yüz çevrilirse artık senin üzerine düşen, ancak apaçık bir tebliğdir (bildirmedir).” (Nahl 82).
Duyular, nesneleri ve olan biteni algılar, bilinç kavrar, akıl değerlendirir; ama yine de inat yüzünden –ki inattan değerlendirme yarı yolda kalmış ve araya kendi benliği girmiştir- iman teşekkül etmez. “Allah’ın nimetini tanırlar, sonra da onu inkâr ederler ve çoğu kâfirdirler.” (Nahl 83).
Kur’an sık sık, bir ‘meydan okuma’ ortamını gündeme getirir: “Haydi gösterin bakalım! Haydi kurtarsınlar bakalım! Öyleyse apaçık bir delil getiriniz! Yardımcıları varsa göstersinler bakalım! Bir kelimesinin benzerini getirsinler bakalım! Haydi onun gibi bir söz getirin! Allah’tan başka onu önleyecek bir güç var mı?” gibi. Nihayet, bekleyin bakalım, ben de (Hz. Peygamber)sizin gibi bekliyorum, denir. Bu meydan okuma hem insanların maneviyatlarını takviye içindir hem gerçekle yalanın kesin olarak ayırt edilmesinin son noktasını koymak içindir.
Kur’an metodolojisinde önemli bir konu şibh ve mecaz meselesidir. Allah’ın kelamını kemaliyle anlamak elbette kolay olmayabilir. Bu onun kapalılığından veya gizliliğinden değil bizim niyet ve kapasitemizdendir. Esas problem anlayamamak değil O’nu anlamayı isteyip istememektir. Anlamaya yanaşıp yanaşmamaktır. “…Bu kimselere ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar?” (Nisa 78).
Kur’an’da ifadeler bazen mecaz veya işaret ve kısaltılmış anlam olarak kullanılmıştır. Mesela Allah’a borç vermek, ihtiyacı olanlara yardım etmek anlamındadır. “İçinizde Allah’a karz-ı hasen (isteyene faizsiz borç) verecek biri yok mu?...” (Bakara 249). Burada işaret edilen ve kısaltılan anlam, “İhtiyaç sahibi olan mazlum, mağdur ve gariplerle Allah daha çok beraberdir; onlara yardım, Allah’a borç vermek gibidir.” Borç, iade edilecek bir şey olduğu için yaptığımızın ecri, size borç iadesi gibi verilecektir, demektir. “Ey iman edenler! Allah’ın dinine yardım edenler olun…” (Saf 14) demek, Allah’a giden yolun yardımcıları olun, peygambere ve müminlere katılın, yardımcı olun, demektir. Peygamberin davetini kabul ederek Allah’a tam bir iman besleyin demektir.
Kur’an’da müteşabih ayetlerin anlamını ancak Allah bilir, denmektedir. Ancak ilimde yüksek pâyeye erişmiş akıl sahipleri (râsıhûn), buna inandık, hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. Bu inceliği ancak akıl sahipleri düşünüp anlarlar (Âl-i İmran 7). Burada akıl ve ilim sahiplerine düşen sadece bu inceliği anlamak mıdır yoksa onlar da bilir mi? O akıl ve ilim sahiplerinin de meseleyi kavrayabileceği, bilebileceği anlaşılıyor. Ancak incelik, müteşabih ayetlerin de muhkem ayetlerin de Allah’tan olduğunu bilip anlamak, aslını ve doğrusunu bilenin ancak Allah olduğuna inanmaktır. Burada şöyle bir boşluk kaldığı söylenebilir: Madem ki tam anlamıyoruz, neden zikrediliyor? İnsanın bilgi ve idrakinin sınırlı olduğunu, her şeyi bilemeyeceğini, Allah’ın kendi ilmine mahsus olan şeylerin sadece Allah’a tahsis edilebileceğini göstermek için zikredilmiş olabilir. Zaten bu ayetlerde bize bir sorumluluk yüklenmiştir. Bilmemizi, yapmamızı, yapmamamızı gerektiren hususlar yoktur. Bu bir kudret ifadesidir, siz her şeyi anlayabilen bir varlık değilsiniz denmiş olmaktadır. Bu noktayı anlamak da ancak akıl sahiplerinin işidir.
Gelecek hafta yazımıza devam edeceğiz.