İletişim: sakinoner@hotmail.com
Eserlerinde, çöküş sürecindeki Osmanlı toplumunu, Çanakkale Zaferindeki Mehmetçiğin büyük kahramanlığını anlatan “Çanakkale Şehitlerine” destanını yazan Mehmet Âkif’in Milli Mücadele’ye en büyük desteği, İstiklal Harbi’ni yürüten kahraman ordumuzun ve milletimizin maneviyatını yükselten “İstiklâl Marşı”nı yazmasıdır.
İngilizlerin himayesindeki Yunan ordusu, 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’e çıkmış ve batı illerimizi birer birer işgal etmeye başlamıştır. Türk milleti, bu gelişmeler üzerine hürriyet ve istiklâlini kaybetme, esarete mahkûm olma korkusuna kapılmıştır. Bu korku, vatanı, bayrağı ve devleti ile tarih sahnesinden silinme, yabancı devletlerin boyunduruğuna girme korkusudur. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, İstiklâl Savaşı’nın meşalesini, 19 Mayıs 1919’da Samsun’da böyle bir atmosferde yaktılar. “Ya istiklâl, ya ölüm!” parolasıyla yola çıkan Kuvâyi Milliyeciler, binlerce sıkıntı ve imkânsızlık içinde, bir taraftan yeniden millî bir ordu kurmaya çalışırken, bir taraftan da milleti içinde bulunduğu bu korku ve umutsuzluk psikolojisinden kurtarmaya çalışıyorlardı. Mücadeleye başlamanın ve başarmanın ilk şartı, özgüveni sağlamak ve moral gücü yükseltmekti. Savaşacağımız düşman hem sayıca hem de silahça bizden üstündü. Karşımızda dünyanın en gelişmiş savaş teknolojisine sahip ülkelerin orduları ve onların desteklediği Yunan orduları vardı. Anadolu’nun üçte ikisi düşmanlarca işgal edilmişti. İstiklâl Savaşı böyle bir atmosferde başladı.
Milletin ve ordunun acilen maneviyatını yükseltecek bir millî marşa ihtiyacı vardı. Millî bir marş yazdırılmasına karar verildi. Garp Cephesi Erkân-ı Harbiye Reisi Kurmay Başkanı olan İsmet Bey (Paşa), Maarif Vekili Dr. Rıza Nur’u ziyaret etti ve Fransızların Marseyyez’i gibi orduya millî heyecan verecek bir marş yazdırılması konusunda anlaştılar. Rıza Nur, İsmet Bey’i bu işlere bakan Orta Tedrisat Müdürü Kâzım Nami (Duru) Bey’e gönderdi. Kâzım Nâmi Bey, bu olayı hatıralarında şöyle anlatır:
“Bir gün orta tedrisat müdürü odasında çalışıyordum. Kalpağımı masanın bir kenarına koymuştum. Kapı açıldı. İçeriye kısa boylu bir Erkân-ı Harbiye albayı girdi. Onu görünce ayağa kalktım, kalpağımı giydim, buyurunuz dedim. Bu zat “Ben Garp Cephesi Erkân-ı Harbiye Reisi İsmet” dedi. Kendisini masanın önündeki iskemleye buyur ettim, oturdu. “Beni size Dr. Rıza Nur Bey gönderdi. Orduca karar verdik, bir İstiklâl Marşı istiyoruz. Bunun güftesini, bestesini ayrı ayrı müsabakaya korsunuz. Her birini kazanana beşer yüz lira vereceğiz.” dedi. Emirlerini hemen yapacağımı söyledim. 7 Kasım 1920 tarihli Hakimiyet-i Milliye’de “Türk şairlerinin nazar-ı dikkatine-Maarif Vekâleti’nden” başlıklı bir ilanla, İstiklâl Marşı Yazma Yarışması’nın düzenlendiği ve gönderilecek eserlerin 23 Aralık 1920’de Maarif Vekâleti’ne teslim edilmesi istendi. İlanda eserlerin edebî bir heyet tarafından değerlendirileceği, kazanana beş yüz lira mükâfat verileceği, bestesi için de ayrıca müsabaka açılarak kazanana beş yüz lira verileceği bildirildi. O sıralarda Dr. Rıza Nur’un yerine Maarif Vekilliğine getirilen Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ise, millî marş yazabileceği tahmin edilen şairlere mektup göndererek yarışmaya katılmaya davet etti.
O gün için Ankara’da 140 liraya bir çiftlik almak mümkündür. Mehmet Âkif, kazanacak şaire nakdî bir mükâfat vaat edildiği için “para ile millî marş yazılmaz” düşüncesiyle bu yarışmaya katılmadı. O anda cebinde bir milletvekili arkadaşından borç aldığı iki lira ve üzerinde yamalı bir pantolon vardır. O soğuk Ankara kışında sırtına giyecek bir paltosu yoktur. Ama o, yine de millî marş için para almayı şerefsizlik saydı. İşte İstiklal Marşı, böyle engin bir ruhun ilâhî coşkusundan doğmuştur.
Yarışmaya 724 şiir katıldı. Edebiyatçılardan oluşan seçici kurul, bu şiirlerden hiçbirini millî marş olmaya layık bulmadı. Bu şairler içinde İstiklal Harbi’nin komutanlarından Kazım Karabekir bile vardı. Millî Şâirimiz Mehmet Akif’in yarışmayaya para ödülü olduğu için katılmadığını öğrenen Atatürk’ün talimatı üzerine, Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey harekete geçti. Araya Âkif’in yakın arkadaşı Hasan Basri (Çantay) Bey’i soktu. Ayrıca şu mektupla Âkif’i yarışmaya katılmaya davet etti: “Pek aziz ve muhterem efendim, İstiklâl Marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamalarındaki sebebin izâlesi için pek çok tedbirler vardır. Zatı üstadânelerinin matlûb şiiri vücuda getirmeleri maksadın husûlü için son çare olarak kalmıştır. Asıl endişenizin icap ettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehiç vâsıtalarından mahrum bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbetimi arz ve tekrar eylerim.”
Âkif, “kazandığı takdirde mükâfatı istediği hayır kurumuna bağışlayabileceğini” belirten bu mektup üzerine İstiklâl Marşı yazma yarışmasına katılmaya karar verdi. Âkif, 1920 yılının sonlarında ikamet ettiği Taceddin dergâhında ve Ankara’nın o soğuk ve çok heyecanlı günlerinde İstiklal Marşı’nı aziz ve şanlı bayrağımızın ruhaniyetine sığınarak yazdı. Âkif’in, Taceddin Dergâhı’nın manevi ikliminde yazdığı bu millî marşa, İstiklâl Harbi’nin o kan ve barut kokan günlerinde, bağımsızlığını kaybetme korkusu içinde olan ordumuza ve milletimize umut, moral ve heyecan verecek bir hitap kelimesi ile başlaması gerekiyordu. Mehmet Âkif, ilk mısrayı yazdıran duyguyu yakın arkadaşı Eşref Edip’e şöyle anlatır: “Boş odaya girdiğimde, benim bugünkü sıkışıklığımda bir Müslüman daha yaşadı mı diye düşündüm. Ülkenin her yanı düşmanla boğuşuyor diye düşünürken Peygamber Efendimizin Mekke’den Medine’ye yanında sadece Hz. Ebubekir ile hicretini hatırladım. Ebu Cehil’in yanında binlerce insan vardı. Sevr Mağarası’na sığındıklarında Hz. Ebubekir’in endişelendiğini fark edince “Korkma ey Ebubekir! Allah bizimledir.” deyişini hatırladığım zaman Peygamberimizin daha büyük bir zorlukta teslim olmayışı aklıma geldi ve bunun üzerine marşı yazmaya “Korkma!” diyerek başladım; Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak/ Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.”
Şairin kahraman ordumuza ithaf ettiği İstiklâl Marşı, on gün aralıksız çalışılarak yazıldı ve 17 Şubat günü Sırat-ı Müstakim ve Hâkimiyet-i Milliye’de yayımlandı. Marş, birdenbire bütün vatan sathında bir inanç ve heyecan rüzgârı estirdi. Nihad Sami Banarlı bu marş için, “Büyük bir milleti asırlarca ayakta tutacak kadar kuvvetli mısralarla örülmüştür” dedi. 12 Mart 1921 Cumartesi günü saat 17.45’te Hamdullah Suphi Bey tarafından Mecliste okunup ayakta dinlendikten sonra alkışlarla millî marş olarak kabul edildi. Büyük şair, şaheserini bütünleyen örnek bir davranışı daha sergileyerek marş için konan 500 liralık mükâfatı, Hilâl-i Ahmer bünyesinde, kadın ve çocuklara iş öğreten ve cepheye elbise diken Darü’l- Mesai Vakfı’na bağışladı.
İstiklal Marşı, varlık-yokluk mücadelesi veren bir milletin can suyu olmuş, dağılmaya yüz tutmuş milletin aynı hedef doğrultusunda birleşmesini sağlamıştır. Bağımsızlığı bir ruh olarak tarihte var olduğu günden bu yana yaşatan Türk milleti, esaret zincirlerini paramparça ederek, kükremiş bir sel gibi önüne konan bentleri aşmıştır. Bunu yaparken de adeta millî bir yemin ederek İstiklal Marşı’nın sözlerinde hayat bulmuştur. “Bağımsızlık benim karakterimdir” diyen Mustafa Kemal Atatürk, İstiklâl Marşı hakkında şunları söylemiştir: “Bu marş bizim inkılabımızı anlatır, inkılabımızın ruhunu anlatır. Bunu ne unutmak ne de unutturmak lazımdır. İstiklal Marşı’nda, istiklal davamızı anlatması bakımından büyük bir manası olan mısralar vardır. Benim en beğendiğim yeri de burasıdır: ‘Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet/Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl!’ Benim, bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar, işte bunlardır. Hürriyet ve istiklal aşkı bu milletin ruhudur.”
Türk İstiklâl Marşı, millî tarihimizin en önemli dönüm noktası olan İstiklâl Savaşı’nda, hâkim olan psikolojiyi ve ruhu ortaya koyar. İstiklâl Marşı, Türk milletinin sahip olduğu değerleri de bir bütün halinde ortaya koymaktadır. Bu değerler; “vatan, millet, bayrak, din, hürriyet ve istiklâl”dir. Bu şiir, Bilge Kağan’ın Orhun Yazıtlarındaki hitabı, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi gibi, bağımsızlığımızın tehlikeye düştüğü her dönemde başvurulacak uyarıcı bir metindir. Bu şiir, o günlerin durumunu, duygusal atmosferini, karşı karşıya kalınan tehlike ve tehditleri, bunlara karşı milletin yapması gereken fedakârlığı nesilden nesile aktaracak olan bir edebi âbidedir.
Türk milletinin ve ordumuzun maneviyatını güçlendirmek amacıyla yazılan İstiklâl Marşı, bir ümit ve cesaret şiiridir. Bu marş, yeni yetişen Türk nesillerine millî şuurlarını kazandıracak en önemli eserdir. Kıyamete kadar yaşayacağına inandığımız Türk milletinin bütün fertlerine her şeyden önce bayrak ve İstiklâl Marşı’nın ihtiva ettiği anlam ve önemi öğretmeliyiz. Vatansız, bayraksız ve İstiklâl Marşsız bir hayatın, aslında bir ölüm olduğu fikrini zihinlere yerleştirmeliyiz.