1938’de Urfa’nın Birecik İlçesinde doğdu. Aynı yerde ilk ve ortaokul öğreniminden sonra 1957’de Gaziantep Lisesini bitirdi. 1961’de Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli okullarda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. 1975’de İstanbul Ortaköy Eğitim Enstitüsü’nde öğretmenlik yaptı. 1976-78 İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. 1985’de Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesine öğretim görevlisi olarak geçti. Bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Anabilim Dalında doktorasını tamamladı. Sırasıyla Yardımcı Doçent, Doçent ve sonra Profesör ünvânlarını aldı. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde Din Sosyolojisi öğretim üyeliğinden emekli olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
Çalışmaları felsefe, sosyoloji, din sosyolojisi ve İslâmi sosyoloji çalışmaları üzerinde yoğunlaşmıştır. Evli ve üç kız babasıdır.
İletişim: sezenyumni@gmail.com
Üç bela arasında Türk Milleti, yalnız düşmanlarını değil, kendini de iyi tanı.
Türk Milletine musallat olmuş baş belaların iki miladı var: Biri haçlı seferleri, diğeri yalnız Türkleri değil, bütün Müslümanları, hatta Müslümanlığı içine alan Emevî hasredici düzenlemesi ve saltanatıdır. Bu milatların daha öncelerine gitmeyeceğim. Türk ve Dünya Tarihi yapacak değiliz.
Giriş ifademizden belaların ikisi anlaşılmış olmalıdır. Biri Emevî ırkçılığı ve sonuçları, diğeri, bugün Batı belası diye ifadelendirmeye dönüşmüş Hristiyanlık ve onun koltuğu altındaki Yahudi belasıdır. Tercüme edersek, İsevî olamamış bir İsevîlik ve Musevî olamamış bir Yahudilik demeliyiz. Üçüncü belaya gelince, siyasi, ideolojik bir Slav belasıdır. Kendi açılarından bakarsak, hakkaniyete ulaşamamış, (çarpık ve zulmedici) bir dava (!), bizler açısından tam birer felakettir. Biri iç bela haline gelmiş, diğer ikisi dıştan gelen belalardır. Önce dış belalardan başlayalım.
Hristiyanların ve Yahudilerin Türk ve İslam düşmanlığı, bilindiği üzere hep var oldu ve olmaya devam ediyor. Bunun kaynağı, Hakikate ulaşamamış bir cehalet, cehaletten cesaret alan bir egoizmdir. Mesele, “hayat kavgası” dedikleri ilkenin sınırlarını aşmış, tahakküm ve zulüm arzusu ve uygulamasına dönüşmüştür. Hristiyanların koltuklarının altına sıkıştırdıkları Yahudi belası, gerçekte Hristiyanları da içine alan, pek çok topluma yönelmiş bir tehlikedir. Bunu ayrıca ele almak gerekir ki, buraya sıkıştırmak, meseleyi geçiştirmek olur.
Hristiyanlık belasının Hz. İsa ile ilgisi yoktur. Çünkü Hristiyan dünyanın Hz. İsa ile hakiki ilgi ve ilişkisi olmamıştır. Bu ilişki, “eser”le “rol” arasındaki ilişki gibi olagelmiştir. Irkçılık, bencillik, anlama kıtlığı veya anlamak istemeyiş, cehalete eşlik ederek gelmiştir. Bizler Müslüman olarak, maalesef, daha hafifçesi de olsa bunun tecrübesine sahibiz. Bu arızamız devam da etmektedir. İç bela dediğimiz kısımda bu konuyu yorumlamaya çalışacağız.
Hristiyanlar, Hristiyanlığı dışa karşı kullanmışlar, kendileri için de bir kültür malzemesi olarak bırakmışlardır. Özel olarak Türklere karşı, kısmen tarihi şartlardan dolayı, ama daha çok Türklerin bazı üstün meziyetlerinden ve yönelişlerinden ürktükleri için düşmanlık beslemişlerdir. Irkçı ruh halleri, düşmanlık hislerini ayrıca beslemiştir. İslam’a zaten karşı olan Hristiyan dünya ve Yahudiler, hele bu dini Türk’le birleşmiş görünce, düşmanlıkları sürekli artmıştır. Oysa Müslümanlar, özellikle Müslüman Türk, Hz. İsa’yı da, tebliğ ettiği dinin özünü de bir tarafa itmek ve karşı çıkmak şöyle dursun, ona saygısızlığı İslam dışı bir tavır, Müslümanlıktan çıkmak olarak kabul etmiştir. İşin aslı da zaten budur. Hristiyanlar ise Müslümanlığı da Müslümanları da hep aşağılamışlar ve üzerlerine yürümüşlerdir. Gerçi zaman zaman birbirleriyle de boğuşmuşlardır ama, değişmeyen esas tavır, Türklere karşı olmuştur. Sürekli metot değiştirerek üzerimize gelmişlerdir. Çanakkale ve kurtuluş savaşımız, bunun fiili açık sahneleridir. Bugün Batı diye adlandırdığımız dünya, sürekli sinsi düşmanlık ve bozgunculuk taktikleriyle bizi hedef almaktan geri durmamaktadır. Siyasî ve kültürel ataklarla, üstelik bunu doğallık içindeymiş gibi sunmaktadırlar. Maalesef bizler de, çoğu zaman, kendimizden, kendi dünyamızdan, kendi değerlerimizden uzaklaşarak, adeta kendi isteğimizle, kendi rızamızla tuzaklara yakalanmakta, belaların içine sürüklenmekteyiz.
Dış belaların bir diğeri Slav belasıdır. Bu tarihi belâ, güncelliğini de korumaktadır. Bilindiği gibi Ruslar, Ortadoğu’ya hâkim olmak istemektedirler. Anadolu en önemli basamaktır. Çarlık Rusyası’ndan beri durum değişmemiştir. Sovyet sisteminde, ideoloji-siyaset gereği yayılma isteği artmıştır. Enternasyonel Marksist ideoloji iddiası, zaten bunu gerektirmekteydi. Bugün bu ideolojinin siyasi çatısı dağılmış olsa da, hedef değişmemiş, taktikler değişmiştir. Batı, hem Ortadoğu’ya, hem Asya’ya dini ve siyasi olarak iyice açılmak için Anadolu’yu hedef kabul etmektedir. İki gücün, felsefî-dinî-siyasi-ideolojik hedefi, son tahlilde, birbirinden çok farklı değildir, hedef değişmemiş, fakat taklitler farklı olmuştur. Ancak bu iki gücün birbirine rakip oluşu bizim işimize yaramaktadır. Rusya, başta Anadolu, Ortadoğu’ya Batının egemen olmasını ve fiilen Anadolu’ya ve dolayısıyla Karadeniz’e girmesini istememektedir. Haklı olarak bunu kendisi için tehlike olarak görmektedir. Bunun için zaman zaman Batıya karşı bize yardım etmeyi tercih etmiştir. Kurtuluş savaşımızda olduğu gibi. Ama fırsat buldukça işgal denemesi dahil, her türlü kötülüğü yapmaktan imtina etmemiştir. Bitlis’e kadar Doğu Anadolu’yu işgali, malumdur. Ermenileri kışkırtarak başımıza ne çoraplar örmesi de Rusya’nın marifetlerindendir. Osmanlı Devleti zamanında asırlarca bizimle savaşarak Türk kanı akıtmış olması, unutulmuş değildir. Rusya, Anadolu başta, Ortadoğu ya benim olmalı, ya başka hiç kimsenin demek istemektedir.
Yakın geçmişte Türkiye üzerinde kötü niyet çekişmeleri sürdürüldü. Bu çekişme ile bizi biribirimize düşman etme tecrübesini yaşadık. 1980 öncesi çekişme yoğunluk kazanmıştı. Bir taraftan ABD öncülüğünde emperyalist Batının çeşitli metot ve stratejilerle, siyasi, iktisadî, kültürel atakları ve baskıları, diğer taraftan Sovyet Sosyalist Sisteminin Rusya öncülüğünde baskıları. Aydınlar ve özellikle gençler üzerinde oynanan oyun, gençleri birbirine kırdırıyordu. Ülkücü-devrimci gençlik adı altındaki mücadele şeklinde yansıyan, büyük şehirlerdeki mini iç savaş, Türkiye’ye çok şey kaybettirdi. Devrimci gençler, Marksist ideoloji çerçevesinde, Türkiye’yi Sovyet sistemine katarak, enternasyonal işçi sınıfı düzenine girmek için mücadele ediyorlardı. Bunu, Türk Devletini ve milletini Rusya’ya katmak şeklinde algılayan ülkücü gençler, milleti ve devletin bağımsızlığını koruma savaşına girdiler. Gerçekte iki taraf da emperyalizme, iç ve dış sömürüye karşıydı. Bir taraf eşitlik diyor, bir taraf eşitliği adalet şeklinde anlıyor, ama iki taraf da yanlış bir düzen içinde olduklarını biliyorlardı. Ülkücüler kendilerini, emperyalist Batının, çeşitli metot ve taktikleri içinde, siyasi, iktisadi, kültürel atakları ve baskıları ile Sovyet Sisteminin Rusya öncülüğünde baskıları arasında kalmış olarak hissediyorlardı. Önce Türk Devletinin bağımsızlığını korumalıydılar. Karşı tarafı, sınıf mücadelesi, enternasyonal bir devletsiz (!) düzen peşinde koşup, Türkiye’yi bir an önce Rusya’ya bağlayarak bu işi yürütme peşinde görüyor, böyle algılıyor, mücadele ediyorlardı. Gerçekte iki taraf da birbirini doğru dürüst anlamamıştı. Ancak darbe sonrası hapishanelerde birbirlerini anlamaya başlayacaklardı ki, iş işten geçmişti. Çok kan akmıştı.
Devrimciler toplumu kömün tipi bir cemaat, devleti kömüncü bir devlet yapmak için vuruşuyordu. Gerek fikrî, gerek fiilî mücadeleleri buna endekslenmişti. Türkiye’yi bu konudaki mevcut bir oluşuma katmak istiyorlardı. Gerçi millî (!) dedikleri bir model, Maocu model vardı ve devrimci gençlerin bazıları buraya meyletmişti. Hatta devrimciler bu yönden de birbiriyle mücadele ediyorlardı. Ama Mao modelinin de içinde bir başka devlet, Çin vardı. Bizim millî parçamızın üzerinde, halen olduğu gibi işkence ile meşguldüler. Ülkücülerin karşısında olan grupların içinde ayrıca bölücü, azınlık ırkçıları bulunuyor, aleni şekilde Türk düşmanlığı yapıyorlardı.
Bu ortamda ülkücüler, daha geniş çerçevede milliyetçiler, Türk Devleti’nin bağımsızlığını, koruma görevini yüklemişlerdi. Devlet güçleri varken, ülkülere ne oluyordu ki diyenleri biliyoruz. Ama çok şey zaafa uğramıştı. Yargı, polis, öğretmen, üniversiteler, yurtlar, hatta hastaneler bölünmüştü. Yani devlet bölünmüş gibiydi. Ülkü-Bir, Tüb-Der, Pol-Bir, Bol-Der, açıkça ilan edilmişti. Asker şaşkınlık içindeydi. Tekrar edelim ki iki taraf da iç ve dış sömürücü güçlere karşıydı. Fakat devrimciler, ülkücüleri, emperyalizmle, sömürücülükle mücadele etmiyor, hatta onlara hizmet ediyor diye itham ediyor ve böyle göstermeye çalışıyorlardı. Bu bir haksızlıktı ve iftira idi. Emperyalizmle, layık olduğu şekilde ve kendilerine yakışır nisbette mücadele etme fırsatı bırakılmamıştı. Bunu yapabilme imkânı ve fırsatı yakalayabilmenin yolları engellenmek isteniyordu. Önce devletin iç ve dış güçlere yani millî olmayan, yabancı bir ideolojiye ve mevcut bir dış komünist sisteme teslim edilmesi olarak algıladıkları hareketi önlemek mücadelesi içinde, diğerine fırsat ve imkân kalmıyordu.
İdeoloji ve siyaset ağı, şartlar her iki tarafı da mahkûm etmiş, ağın dışına çıkma imkânı vermemişti.
Ayrıntılarına ve örneklerine girmediğim, giremediğim bu acı sosyal hayat dilimini, dışardan, masa başında, bir akademisyen olarak değerlendirmiyorum. O günlerde, her şeyi içinden, görerek, yaşayarak değerlendiriyorum. Daha da içinde olan o günün gençleri, bunları elbette benden daha iyi biliyorlar.
Birinci ve iç bela dediğimiz, dinimize musallat olmuş ve bütün İslam dünyasının başına çöreklenmiş yamukluklara gelelim. Süreçte buna en çok karşı koyan Türkler olduğu halde, dinî ve millî büyük zararlar görmekten kurtulamadı. Bu konuyu çok yerde anlattık, yazdık, pek çok uzman da buraya yöneldi ve dikkat çekti. İsabetli tespitlerde bulundular. Fakat Türk milletinin inanç sistemi, cemaat ve tarikatlara, hem de en süflilerine teslim olmaktan kurtulamadı. Manzara özetle şu oldu: İslam özünden uzaklaştırıldı. Arap kültürü İslam’ın yerine geçti, din imiş gibi algılatıldı. Din, siyasetin ve dolayısıyla iktidarların emrine girdiği için böyle oldu. Din dokusu siyasallaştırıldı. Din siyasete ilke ve hedef gösterecekken, siyaset dine yön verdi ve İslam’ın ilke ve hedeflerini görünmez kıldı. Adaletten, ahlaktan, ihlastan uzak tutulmuş, şekilci, aşırı kuralcı bir din haline getirildi. İslam’ın karşı çıktıkları ve kaldırılmasını hedefledikleri, birer birer cahiliye dönemine dönerek, dinî hayata yerleştirildiler. Kölelik, cariyelik, mal-mülk hakimiyeti, zekâtı dilenciye verilen sadaka haline getirme, bunların belli başlılarındandır. İktidar hırsı, ahlakı neredeyse dinin gündeminden kaldırdı. Oysa İslam, ahlak yüceliğini ve tamamlamak üzere geldiğini ilan etmişti. Bu çarpıklıklar İslam’ın ilk tebliğinin ve uygulamaya başlamış ilk sosyal laboratuvarının hemen arkasından bozulma başlamış, İslam’dan önce mevcut ve fakat İslam’la küllenmiş bir aile çekişmesi, iktidar hırsı ve yarışı hortlamıştı. Kaynağı, iktidar hırsı ile birleşen cehalet, gerçeği bilmeye ve anlamaya yanaşmamak, tebliğ edileni anlama kıtlığı idi.
Çarpıtmalar, İslam’a yeni giren kültür ve kimliklere de bulaştırıldı. Emevî ırkçılığının, İslammış gibi getirdiği, zihniyet, hakim oldu. İslam’ın ilke, hedef ve metodunda bulunmadığı halde, yönetimler saltanata dönüştü. Bu olmasaydı, demokrasi demeyeceğim ama, kendine has özellikleriyle cumhuriyet sistemi, insanlığa çok daha erken gelmiş olacaktı.
Bugün Müslümanlık adına uydurulmuş pek çok şeyi, belirtemeye çalıştığımız süreci bilmeden izah edemeyiz. Evrensel ve Hakikati terennüm eden İslam gibi bir dinin, hayatın her yönüyle ilgilenmesi, öğüt ve tavsiyede bulunmuş olması elbette doğaldır ve siyasi-idari hayatı da bunun dışında tutamayız. Fakat böyle olmadı, İslam’ın kendisi siyasallaştırıldı. Ali Şeriati’nin dediği gibi, hareketini kaybetti, katı şekilde gelenekleştirildi, moda, ayinler, mezhepler, kurallar ve pratiklerin taklidi durumuna düştü. Profesyonel hale geldi. Yani bir meslek statüsüne büründürüldü. İmparatorluklu, kostümlü, kıyafetli bir din oldu. Yine Ali Şeriati’nin ima ettiği gibi, her türlü ihtiyacı besleyen, gelenekten beslenen bir kültür kullanımı haline geldi. Dinde bulunmayan birçok kural eklenmiş, haram ile helal birbirine karıştırılmış, farkına bile varılmayan değişiklikler yapılmıştır. Birkaç örnek vermek yeterli olacaktır kanaatindeyim. Cuma namazında, Hz. Peygamber zamanındaki uygulamada, farz olan iki rekat önce kılınır, hutbe sonra okunurdu. Hz. Ali ve ahfadına hutbede lanet okumayı kurallaştıran Emeviler, namaz ve hutbe yerlerini değiştirdiler. Çünkü cemaat, bu sövüp saymayı duymamak için hutbeyi dinlemeden çıkıp gidiyorlardı. Emevî yönetimi, cemaate zorla dinletmek için, yer değişikliği yapıp hutbeyi öne, namazı sonraya aldı. Bunu sonradan efsane bir yönetici olan Ömer b. Abdülaziz, ilk normal haline getirdiyse de, Emevî sultası, kendi istediği hale tekrar getirdi. Bugün cuma namazında yapılan iş, Emevî geleneğinin devamıdır. Her değişiklik ve eklemeler, sonradan masum hale gelen, farkına bile varılmayan bu örnek gibi olmadı. Kurallardan ve şahsileşmiş yetkilerden birkaçına daha bakalım. Sakalı jiletle/usturayla almak lanetlik iştir. Sakalı çıkmamış çocukların yüzüne bakılmamalıdır, bu bakış, harama girebilir. Kadınların süslenmeleri mekruhtur. Oysa İslam kadınların sürme çekmek, altın takı kullanmak gibi süslenmesine yer vermiştir. Kur’an’da bulunmayan recm (taşlama suretiyle zina cezası) varmış da, gelen vahyi Allah peygambere unutturmuş gibi Kur’an üzerinde şüphe yaratan ve Allah’a iftira eden anlayışlar oluşmuştur. Yahut yazılmış nüshada ilgili ayetin yazılı olduğu yeri, keçiler yemiş gibi uydurmalar eksik olmamıştır. Şeyh bugün havadaki uçağı düşmekten kurtarabilir, depremi başka yöne yönlendirebilir. Daha neler neler... Uydurmaların bir kısmı da Emevî anlayışına tepki ile doğmuştur. Bu da ayrı bir hikâyedir.
Emevinin, yani siyaset ve saltanatın damgasını taşır hale getirilen bu din, Kur’an’la aramıza girmiştir. Adeta Kur’an-ı unutturmuş veya onu kutsal bir süs eşyası gibi, ne dediğini bilip anlamadan evin bir köşesinde saklattırmıştır. Yahut sadece ezber tekrarlattırmıştır. En tehlikelisi de bilerek veya farkında olmayarak, Kur’an’dan uzak din ihdası, din eklentileri, din anlayışlarıdır. Kur’an bu tipleri uyarmıştır. “De ki: Siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz?...” (Hucurat-16). “Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı var?” (Şura-21). “... Yoksa siz Allah’a yeryüzünde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Yahut boş laf mı ediyorsunuz?” (Ra’d-33). “... De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?...” (Bakara-140).
Hassasiyet gösterenlere, halis niyet ve inançla sorgulayanlara, “yeni bir din mi icat ediyorlar” diyenleri duyuyoruz. Kaynağı, ilk muallimi, ilk uygulaması meçhul müdür ki, yeni bir din icat edilsin? Dini aracı kılarak dünyevî menfaat bekleyenler, siyasi erk peşinde koşanlar, dinin doğru anlaşılması için ona giydirilmiş kirli ve uyumsuz gömleklerden arındırılmasından hoşlanmayanlar, alışkanlıklarını sürdürmekte, ezber bozanları suçlamaktadırlar. Kur’an’la ve Hz. Peygamber’in sahih sözleriyle, ilk uygulamalarla, akıl ve bilimle, uzak te’vil ve tebdillere başvurmadan test edilerek meseleye bakılması yetecektir sanırım.
Bugün farkında olarak veya olmayarak, anlatmaya çalıştığımız üç belayla birlikte yaşayıp gidiyoruz. Siyasal İslamın son çeyrek asırda, Türkiye’yi ne hale getirdiği de iç belanın delilidir ve vicdan sahibi insanların farkına vardığı husustur. Geçmişte de farkında olunmuştur ama bugün daha fazla bir sorgulama başlamıştır. Fakat ne yazıktır ki, iyi niyetli ve kötü niyetli sorgulama, at izi it izine karıştı diye söylendiği gibi, biribirine karışmaktadır. Dinin doğrusunu anlamaya çalışanlar da kendilerince delil ve dayanak aramakta, dinsiz ve din karşıtları da bozulmuşluklardan istifadeye çalışmaktadırlar.
Söylemek belki gereksizdir ki, genel olarak siyaset, dini alanla sınırlı değildir. Ama dinle birleştirilen siyaset en zararlısıdır. Siyaset, karakteri icabı, birleştirici olduğundan çok, ayırıcı ve bölücüdür. Bir bakıma iki tarafı keskin kılıç gibidir denebilir. Siyaseti, menfaatten, hırstan, bencillikten ayırmak çok zordur. Siyaseti menfaatten ayıran babayiğitler olmasına oldu ama, siyaset çoğu kez yapacağını yaptı. Siyaseti iktidar hırsından ayırmak da kolay değildir. Yine İslam dünyasında, Hz. Peygamberden sonra ayırabildiler mi? Ümeyye oğullarını, özel olarak Muaviye ve oğlu Yezid’i bu hırstan ne koruyabildi? Hz. Osman’ı hatalara sürükleyen, Hz. Ali ile Hz. Aişe’yi karşı karşıya getiren, mızrak uçlarına Kur’an sayfaları takarak din istismarı yaptıran, neydi? Bunları yapan siyaset fitnesi, bazılarının dediği gibi siyaset virüsü ve iktidar aşkı, neler yapmaz ki ve neler yapmadı ki. Düne mahsus olmayan bu durum, bugün neler yapmadı ve yapmıyor ki... Müslümanların camilerini ayırdı. Siyaset için yalanı, iftirayı, tuzak kurmayı meşru hale getirdi. Kardeşi kardeşe düşman etti. Birçok devrimciyi kapitalistlikten, eyyamcılığa kadar savurdu. Ülkücüler savrulmadı mı? Ülkücüleri birbirine düşürdü. Bazı ülkücüleri partizan hizmetçiler haline soktu. İhlasla devam edenleri tenzih ediyorum. Aynı milliyetçi kurum ve kuruluşlarda yaralar açtı. Yıllar yılı tanıdığımız ve milliyetçiliğinden asla şüphe etmediğimiz aydınları, biribiriyle tartışan, biribirine küs hale getirdi. Türk Ocağı, Ülkü Ocağı, Aydınlar Ocağı mensupları, siyaset sayesinde, birbiriyle didişir oldular. Siyasi propaganda savaşları arasında kalan insanlar, bunalmaktadırlar. Kalpleri millet ve vatan için aynı çarpan iki kişiyi birbirine düşürdü. Daha ötesi var mı? Daha ne yapsın ki. Siz bu durumun başka sebeplerini arayıp durun, elbette vardır, fakat genel manzara siyaset ikliminde cereyan etti. Siyaset bu çeşitli sebepleri bir güzel kullandı.
Siyasetin kamplaştırdığı veya ferdî ayrılıkları körüklediği bu insanlar, ya menfaatin esiri oldular, ya makam ve şöhretin. Yahut sırf fikrin bir yerde yakalandığı inatlaşma içinde kendilerini buldular. Kimi dine sığındı veya dini kullandı, kimi milliyetçiliği. Koskoca din, istismar edilir de milliyetçilik istismar edilmez mi? Bunlar istismar edilirken, kendilerine haklı sebepler de bulamazlar mı? Bulurlar. Şu muhakkak ki bu istismarlar ne dinin aslına, ne samimi milliyetçiliğe zarar veremez.
Sosyal hayatın alanlarından, hayatımızın tavır ve metotlarından biri olsa da siyaset, tarihi sorumluluk taşımakta, geleceğimizi de etkilemektedir. Dün suçlu olduğu gibi, bugün de suçlu hale getirebilmektedir. Geleceği siyasetle mi, ahlak ve adalet düzeniyle mi inşa edeceğiz? Yoksa gelecek umurumuzda değil mi? Oturup bunu düşünmeliyiz. Eğer siyasetin dışına çıkamayacaksak, milli kimlikten, manevi dünyamızdan vazgeçmeyerek, makul idealist yolları müzakere etmeliyiz. Siyaset bizim dışımızda bir nesne, bir olay olmadığına göre, neden sözedersek edelim, gerçekte kendimizden söz ediyoruz demektir. Öyleyse önce kendimize bakmalı, kendimizi arındırmalı, belalara düşmeden önce kendimizi sorgulamalıyız. Ölçü ve ölçütleri kaybetmemeliyiz. Birşeyi hep tekrar ederim. Çünkü ustam bana bunu öğretmişti: Bir yere dayanmadan söyleyen hiçbir şey söylemiş olmaz.
Türk milleti, olumlu-olumsuz pek çok olay ve oluşun içimden geçip gelmektedir. Ancak daha çok adeta mayınlı bir tarladan geçer gibidir. Toplumdan gizlenmeye çalışılmış veya gizlenememiş ama basına aksetmiş bazı gerçeklerle mayın tarlasını görmeye çalışalım:
Bunlar henüz azınlıkta kalan örnekler ama, üzüm üzüme baka baka kararır, sözü unutulmamalıdır. Bizim bozulma dediğimiz olayların çok daha fazlası ve tipik olanları, Batı dünyasında cereyan etmektedir ama, onlarca bunların çoğu bozulma olarak kabul edilmemekte, bunlara normal bir özgürleşme süreci ve meşru diye bakılmaktadır. Bizin için işin vahameti de buradadır. Özgürleşme taklitleri, sevdası bizi de bunları meşrulaştırma yönüne itebilir. Verdiğimiz örnekler 2001-2010 arası örneklerdir. Yeni şekillerle gelip duruyorlar. Fazla görünmez oluşu veya dikkat çekmemesi, siyasileşmiş dinin, diğer deyişle dinci siyasetin, öne çıkması, her şeyin paraya tahsil edildiği bir iktisadî-dinî-siyasi hayatın, bunları görünmez kılmasındandır ve bizi aldatmamalıdır. Bizler üstte dinî-siyasi, iktisadî boğuşmalarla meşgul olduğumuz için alttaki çürüyüşü göremiyoruz, bazılarımızın da zaten umurunda değildir. Torunlarını ve torunlarının torunlarını düşünen maalesef az kişi kalmıştır.
Hakiki aşk ölmüş, yerini şehvet ve menfaate bırakmıştır. Yalnız bizde değil, tünü dünyada böyledir. İnsanlık, sahte sevgilerle vaziyeti idare etmektedir. Aşk ölünce, felsefe, edebiyat, sanat nitelik değiştirmek suretiyle bir anlamda ölmüştür. Olanlar için aldatıcı bir kavram kullanıp dururlar: Değişim. Değişim, evet gerçektir ama, içme suyumuzun kaynağını değiştiriyor ve bulandırıyorsa, o artık değişim değil, başka bir şeydir.
Ana hatlarıyla mevcut acı gerçeklerimize devam edelim:
Şunu önemle belirtelim ki, saydığımız ve sayabileceğimiz bütün arızalar ve belalar, kendimize gelmek ve ilerlemek için engel oluşturmamalı, bahane yapılmamalıdır. Bunları aşacak azmimiz her zaman olmalıdır. O halde konumuzun başlığına dönelim. Kimler iktidar olursa olsun, Türkün ülkü, ilke ve hedefleri değişmemelidir. Anatomisi ve fizyolojisi (yapısı ve işleyişi) sağlıklı olması gerek Türk Milleti için:
Bir milletin var olması ve var kalması için çok mu şey istiyoruz?
Türk gençleri ve Türk aydınları! Bunlar aklınızda bulunsun.