1938’de Urfa’nın Birecik İlçesinde doğdu. Aynı yerde ilk ve ortaokul öğreniminden sonra 1957’de Gaziantep Lisesini bitirdi. 1961’de Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli okullarda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. 1975’de İstanbul Ortaköy Eğitim Enstitüsü’nde öğretmenlik yaptı. 1976-78 İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. 1985’de Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesine öğretim görevlisi olarak geçti. Bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Anabilim Dalında doktorasını tamamladı. Sırasıyla Yardımcı Doçent, Doçent ve sonra Profesör ünvânlarını aldı. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde Din Sosyolojisi öğretim üyeliğinden emekli olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
Çalışmaları felsefe, sosyoloji, din sosyolojisi ve İslâmi sosyoloji çalışmaları üzerinde yoğunlaşmıştır. Evli ve üç kız babasıdır.
İletişim: sezenyumni@gmail.com
Dünyada irili ufaklı 6 binden fazla etnik grup vardır. Bazıları unutulmuş ve silinmiş olduğu için 5 bin civarında dil (etnik ifade seviyesi – Pazar dili ) mevcuttur. 6 bin etnik grubun içinden 50’den az sayıdakiler millet seviyesine çıkmışlardır. Bu da ya bir kavimden birkaç milletin teşekkül etmesi ya da birkaç kavmin birleşmesiyle yahut bir kavmin diğer birçoğunu egemenliği altına alıp gelişmesiyle bir milletin meydana gelmesi tarzında olmuştur. Millet denilen bazıları da, gerçekten millet olmadıkları halde, millet rolü oynamaktadırlar. Millet olmakla millet rolü oynamak farklı şeylerdir.
Millet oluşumunda, evrensel bir kaderden değil tarihi bir kaderden söz ediyoruz. Yaşanmış olan vakıa böyledir. “Başa türlü olması imkânsızdı.” yahut “Dünya durdukça bu böyledir, böyle olacaktır.” anlamında tabiat kanunları cinsinden bir algılama, mutlak ve evrensel bir kader anlayışı ile meseleye yaklaşılmamalıdır. Ayrıca “Niçin böyle olmuştur?” meselesini anlamak, sebepleri anlamak şeklinde geçerli olabilir fakat kaderi sorgulamak anlamında geçerli olamaz. Esasen bilim bu türden bir sorgulama yapmaz. Metodu doğru şekilde ortaya koymalıdır. Bilim, nasıl ile meşguldür, niçin ile uğraşmaz. Dünya Güneş’e ne kadar mesafededir, bilimi ilgilendirir. Fakat Güneş ve Dünya niçin var olmuştur, onu ilgilendirmez. İlgi duysa bile, kendi metot ve sınırlarının dışına çıkmak zorunda kalacaktır. İnsan nedir ve nasıl bir varlıktır sorusu, bilimin yani antropoloji, biyoloji ve psikolojinin konusudur. Fakat insan ne için ortaya çıktı, bilimin konusu değildir. “Niçin”ler dinin konusudur. Felsefe de bu konuyla ilgilenir.
Öyleyse kavimlerin millet oluşunda veya olamayışında bilimsel metot geçerli olup, tarihe ve olaylara bakmalıdır. Belki bunun üzerine ideolojiler ve siyaset geliştirilebilir.
Tarihi süreç, tek tek insanların, hatta etnik grupların iradelerinin üzerinde olduğundan, belirli bir gelişme kaderine sahip bulunduğundan, durumu yadırgamamak lazımdır. Tarihçileri, sosyal bilim uzmanları, filozoflar, müştereken şu kanaattedirler ki, her sosyal zümre millet olmamıştır. Bunun için belirli şartlar gerekmiştir. Millet, sosyal zümrelerin insani kültüre, insani tekniğe, kendi sosyal tipi içinde bir unsur olarak girip, insanlığa önemli şeyler sunmuş olmasıyla oluşmuştur. Bunlar orijinal bir tarih şuuruna dayanmışlar, yüksek değerleri temsil edebilme kudretine sahip olmuşlardır. Belirli bir gelişme çizgisi oluşturmuşlardır. Medeniyet safhalarında geçmişler, kendi başlarına rüştlerini ispatlamışlardır. Milletin hedefi kültür ve medeniyettir. Aynı zamanda içinde bulunduğu ve bağlı olduğu ümmeti yükseltmektir. Ümmet ve medeniyet, parçalanmaya değil birliğe muhtaçtır.
Şartları taşımamış ve belirli tarihi sürece sahip olmamış etnik gruplar, millet olamamışlar fakat benzer kültür zümresine sahip milletlere unsur olarak katılmışlar, milletin kültür yaratışları içinde rol oynayabilmişlerdir. Bunlara yan veya alt kültür deniyor. Ümmete de aynı yoldan katılmış olurlar.
Hilmi Ziya Ülken, milletin tarifini yapıp özelliklerini açıkladıktan sonra, buna dayanarak hangi sosyal zümrelerin millet olamayacağını ve olamadığını şöyle tespit etmektedir: “1. Müşterek ve orijinal bir tarih şuuruna dayanarak kendi iradesiyle değer yaratmak kudretine sahip olmayan topluluk ve cemaatler millet olamaz. Millet, insani kültür ve tekniği kendi tipi içinde bir unsur olarak girdiği, yeni değerlere şahsi bir değer kattığı halde, bundan mahrum olanlar giremezler yahut ancak herhangi bir milletin şahsi kültür yaratışları içinde unsur olarak rol oynayabilirler. 2. Paleetnolojik unsurlar (Kavimler öncesi grup unsurları), tarihi oluşta rolü olmayan, kaybolmuş etnik unsurlar, millet olamazlar. 3. Tarihi ve belirli bir gelişme kaderine sahip olmayanlar, yani dini, ahlaki, iradi medeniyet safhalarından geçerek bu gün kendi başına rüştünü ispat edemeyenler medeniyet olamazlar. Batı ve Ortadoğu milletlerinin tarihinde buna dair sayısız örnekler vardır. 4. Eski medeniyetlerde rol oynamış toplulukların arta kalanları (Yahudiler, Asuriler vb.), insanlığın geçirdiği büyük tarihi tecrübeleri geçirmeden, eski milletlerin mirası ile millet olamazlar. Bunlar ya milli kültür havzalarına tâbi zümreler halinde kalmakta yahut da siyaset, para ve propaganda gücüyle millet gücünü oynamaya çalışmaktadırlar.” Hilmi Ziya Ülken ilave eder: “Etnik zümre kendi yetersizliğine rağmen milletlik iddiasına kalkarsa, anarşilere sebep olur. Böyle bir iddia, tarih şuuruna ve tarihi kadere aykırı olduğu için hangi siyasi endişeden doğarsa doğsun, gerçek dışı ve hatalıdır.” Bunların alt/yan kültür olmalarında devamlılıkları bakımından kendileri için uyum ve zenginlik katmaları bakımından millet için faydalar vardır.
Yan kültürler milli kültürün şemsiyesi altındadırlar, merkeze bağlıdırlar. Bu durum, keyfi bir şey değil sosyolojik ve tarihi kanunlardandır. Bir yandan hayat kanunlarına bağlıdırlar. Milli kültürle yan yana değil iç içedirler.
İnsanlar ve kavimler yoldan geçerken tesadüfen karşılaşmış, bir araya gelmiş ve birlikte olmuş değillerdir. Süreçte bazı kavimler öne çıkmış, ilerlemiş, büyümüş, devlet ve medeniyetler kurmuş, insanlığa büyük katkılarda bulunmuş, kültürel ve medeni zenginlik yaşamışlardır. Farklı kavmi grupları da içlerinde toplanmış, benzeştirmiş, aynı terbiyeye tabi kılmışlardır. Millet oluşturulmamış, oluşmuştur.
Mesela Türkler, doğudan batıya, yeni vatan edinmeyi, fetihleri, dünyaya medeniyet ve insanlık sunumlarını gerçekleştirmiştir. Savaş üstüne savaşlar, Haçlı Seferlerine duruşlar Çanakkale ve İstiklal Savaşları hayatlarına girmiş, onları olgunlaştırmıştır. Büyük insanlar yetiştirmiş, yüksek seviyede eserler vermiştir. Bu süreçte birçok kavmin Müslümanlığına vesile olmuş, birçok kavmi bünyesine katmıştır. Katılımlar, yukarıda belirttiğimiz gibi iç içe olmuş yan yana durmamıştır. Sosyal statüde yukarıda olana, sosyal rolde başrolü oynayana “Kurucu Kültür” dendiğini saha önce söylemiştik. Öyle ki kurucu kültür, sun’i milletlerde bile önem arz eder. Mesela, ABD’de kurucu kültür, Anglo-Sakson kültürüdür. Anglo-Sakson, beyaz, Protestan grup ABD’nin kurucu kültürü olmuştur. Bu kültüre kısaca WASP denir. Tarihi derinlere giden bir oluşum olmadığı, her biri, mevcut ve bağımsız toplumların parçalarından oluşan bir toplanma oluğu halde ve ancak yakın bir geçmişe sahip bulunmasına rağmen, kurucu kültür onları bir Amerikan milleti, fertlerini birer Amerikalı yapmıştır. Diğer gerçek milletlerde, daha da köklü bir kurucu kültür süreci yaşanmıştır.
Burada bir sosyal statü ve sosyal rol meselesi söz konusudur. Sonuçta bir milli kimlik oluşmuştur. Aksi halde millet ve devlet parçalanır. Hemen bilmeliyiz ki, köy, köy kültürünü ve kimliğini; şehir, şehir kültürünü ve kimliğini yaratmıştır. Tıpkı meslek, meslek kültürünü ve meslek kimliğini yarattığı gibi. Millet de milli kültürü ve kimliği, ümmet kendi kültürünü ve kimliğini ortaya koymuştur. Milli kimliğe katılan alt/yan kültürlere gelince, üç türlü alt/yan kültür görülmektedir.
Merkeze ve çekirdek kültüre bağlı fakat biraz farklı adet, alışkanlık ve yaşayışlar, giyim-kuşam tarzları, bu grupları, özellikle üçüncü grubu ortaya çıkarmıştır. Bizim söz konusu etmeye çalıştığımız, kavmi alt kültürlerdir. Kavmî alt kültürlerin milli kültür içinde bir zenginlik ve bir bütünleşme içinde bulunması, onların eritilmiş (asimile edilmiş) olması demek değildir. Eğer böyle olsaydı zaten bu gün sorun kalmaz, farklı bir şey hissedilmiş olurdu. Bu gün abartılmış da olsa, kışkırtılmış da olsa, bazı sorunların varlığı, onların eritilmemiş, eritilmeye ihtiyaç duyulmamış olduğunun delilidir.
Millet olma şartlarını taşımadığı ve bu yönde bir süreç oluşmadığı halde, bugün bazı zümreler, başka milletlerin veya siyaset ve menfaat gruplarının itmesiyle; siyaset, para ve propaganda gücü ile millet rolü ile oynamaya talip oluyorlar. Kavga ederek bunu sağlamak istiyorlar. Oysa bunlar milli kültüre katkıda bulunmuş, milli kültürün yapısı içinde toplanmışlardır. Millet ırk demek olmadığına göre bunlar zaten millet mensubudurlar. Şu veya bu sebeple, kendilerinden veya dış kışkırtmalardan gelsin bu tür kavmi zümreler, bağımsız millet ve dolayısıyla devlet olmaya kalkarlarsa çatışmaların başlayacağı ve anarşi çıkacağı bellidir. Özgürlük, demokrasi, insanlık kavramını kullanarak yapılmak istenenler, iyi niyetle de olsa, toplumu yanlış yollara götürür. Alt/yan kültür haline gelmiş ve milletle bütünleşmiş, etnik kökene ait bazı unsurları, genelleştirmeyi istemek yahut tersine o unsurları ayrı tutup bağımsızlıklarını istemek, bu yanlış yolların başında gelir. Mesela Türkiye’de Kürtçe veya başka etnik bir dili resmi programa alarak, bütün iletişim ve eğitim organlarında kullanmaya kalkmak, onları etnik grup değil ayrı bir millet olarak kabul etmek, öyle algılanmasını sağlamak anlamına gelir.
Toplumsal iradeye uyması gereken siyasi irade, parçalanıp bölünmeyi sevmez. Onun için esas olan bütünleşmedir. Bunu da tayin eden tarih ve kültürel kanunlardır. Bir sosyal grubun, ayrı bir millet ve devlet olma isteği ve çabası, bu uğurda mücadelesi için ya çok farklı bir din ayrılığının doğması, ayrılık isteyen grubun yeni bir imana kavuşması, özellikle bulunduğu topraklarda bunun yaşamasına imkân kalmamış olması gerekir. Pakistan’ın doğuşu buna örnektir. Yahut etnik farklılığın kültürel farklılıkla desteklenen bir durumda olması gerekir. Ya da üçüncü bir durum olarak tarihi bir millet ve devlet geçmişi olduğu halde bazı sebeplerle istiklalini kaybetmiş, başka birine suni olarak bağlanmış olması lazımdır. İmparatorluk tipi toplumların karşılaştığı durum bu olmuştur. Bunların dışındaki yönelişler, doğal değil sunidir, siyasi entrika ve taktiklerin rol oynamasıdır, kötü maksatlı ve güdümlüdürler.
Millet olma ile millet rolü oynama farklı şeylerdir demiştik. Millet olmadan devlet olma ise zorlamanın etkileri, siyasi menfaatlerin her şeyi egemenliği altına alması, propaganda gücünün varlığı demektir. Bu ölçüler çerçevesinde yakın geçmişi göz önüne alarak, millet zannedilen bazı grupları da millet saymamak gerekir. Mesela Yahudileri gerçek millet saymak güçtür. Birçok bilim adamı ve mütefekkir Yahudileri millet saymamış ancak kavmi bir zümre olarak görmüşelerdir. Yukarıda zikrettiğimiz şartlarda zorlama ile kurulmuş İsrail devletinin dışındaki nüfusun çok daha fazla oluşu da bunun göstergelerindendir. İkinci, üçüncü devlet olsaydı millet oluşlarının lehine sayılabilirdi. Fakat sürekli azınlık halde yaşamaları, hatta bunu tercih eder durumda oluşları, kavim özelliğinden ileri gitmediklerini işaret etmektedir. Ayrıca tarih boyunca olup bitenler göstermiştir ki Yahudilerin insanlığa, Yahudi olarak verdikleri acık kargaşa ve çeşitli olumsuzluklardan başka bir şey olmamıştır. Fert olarak bazı sivrilmiş kişilerin verdikleri başka milletlerin içinde onlara sığınarak, onların adına bürünerek gerçekleşmiştir. Yaptıkları şeyin çoğu ise hayatta kalabilmek için mücadele etmekten ibaret olmuştur. Bu kişilerin verdikleri, Yahudi kavminin aldıklarını karşılamamıştır. Onun içindir ki hemen hemen her toplum onlara cephe almıştır. Esasen azınlıklar rahat toplumlar değillerdir. Ama haksızlıkları hep karşılarındakilerde ararlar. Yahudilerin 1. ve 2. Babil sürgünleri, İspanya meselesi, 17. yüzyılda olup bitenler, Almanya macerası, devam etmekte olan Filistin olayları göz önüne alınmalıdır. Parayla satın alınmış topraklar, gizli ve hileli siyasetlerle, güçlülere sığınmakla elde edilmiş devlet. İnsanlıktan ve milletlerden sürekli bir şeyler koparmak ve öbür taraftan zarar vermekle meşgul olmuşlardır. Bu sosyal, psikolojik ve siyasi olaylar sadece Yahudilere mi mahsus olmuştur? Elbette böyle değildir. Fakat gelip geçici olaylar, Yahudilerden başka bir kavmin özel karakteri haline gelmemiştir. Gösterilen kavmi gayret, zarar vermeye, çıkar sağlamaya, karışıklık çıkarmaya onları adeta mahkûm etmiştir. Böyle olunca da onları millet haline gelemediklerini söylenenleri dinlemek gerekecektir.