Yümni Sezen

Tüm yazıları
...

DÜNYA AHVALİNİN KİTABI VE TÜRKİYE SAYFASI- 2

1938’de Urfa’nın Birecik İlçesinde doğdu. Aynı yerde ilk ve ortaokul öğreniminden sonra 1957’de Gaziantep Lisesini bitirdi. 1961’de Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli okullarda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. 1975’de İstanbul Ortaköy Eğitim Enstitüsü’nde öğretmenlik yaptı. 1976-78 İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. 1985’de Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesine öğretim görevlisi olarak geçti. Bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Anabilim Dalında doktorasını tamamladı. Sırasıyla Yardımcı Doçent, Doçent ve sonra Profesör ünvânlarını aldı. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde Din Sosyolojisi öğretim üyeliğinden emekli olarak çalışmalarını sürdürmektedir.

Çalışmaları felsefe, sosyoloji, din sosyolojisi ve İslâmi sosyoloji çalışmaları üzerinde yoğunlaşmıştır. Evli ve üç kız babasıdır.

İletişim: sezenyumni@gmail.com

Yümni Sezen

Özel Bölüm: İLÂHÎ HARD DİSK

Din, bilim felsefeden sonra din karşıtlarından söz etmek istiyoruz. Bir önceki makalemizde adını bilimsel dinsizler diye koyduklarımızın bol malzemesi olup bazı hususları çok sık kullanırlar.

Miraç olur mu?

Çamurdan yaratılma,

Peygamberler neden hep Ortadoğu'da?

İnsan; uyarıcılardan değil bilimden beklemektedir,

Bilimsel konular, gen, DNA vb. dine ters düşmüyor mu?

Din kültür ilişkisi

Dua

Bunlar elbette sadece din karşıtlarının değil düşünen her insanın, özellikle her aydının merak ettiği konulardır. Fakat din karşıtları için bunlar fırsat konular olmaktadırlar.

Şimdi kendilerini Müslüman olarak görüp mücahitlik yaptığını zannedenlerin verdikleri yanlış ve özünden uzaklaştırılıp katılaştırılmış bilgilere karşılık açık veya gizlenmiş din karşıtlarının bu bilgileri öne sürüp maddeci akım içinde yoğurarak ısrarla üzerinde durdukları yukarıda saydığımız konular üzerinde duralım.

– Miraç; Hz. Peygamberin göğe çıkması: Buna çok takılırlar. Bir gece vasıtasız göğe çıkılır mıymış? Kur'an'da miraç yoktur. Uydurma hadise dayanarak kurgulanmış, Süleyman Çelebi'nin de şiirinde buna bilmeden katıldığı, Hristiyanların peygamberlerin üstünlüğü yarışına kapılmış, duygusallığa çekilmiş bir olaydır. Sufi edebiyattan ve dinî düşüncenin süslediği bir edebiyat örneğidir Kur'an'da sadece isra, yani bir gece Mekke’den Kudüs'e (Kabe’den Mescid-i Aksa’ya) gidiş dönüş vardır.

– Eğe kemiği ve kadın: Kadının yaratılmasında kaburga kemiği meselesi İsrailyattır. Yani bozulmuş bulunan Museviliğin bir uydurmasıdır. Getirip İslamiyet'e yamamaya kalkmışlardır. İslamiyet’te böyle bir şey yoktur.

– Çamur ve yaratılma meselesi: Muğlak bir konudur. Ana karnında, sperm ile yumurtanın ıslak ortamdaki durumu mu; yoksa jeolojik gümbürtülerin fazla olduğu zamanlarda, lavların karıştığı suyla toprağın oluşturduğu ortamda bir hücre oluşup sonra bir çeşit mayalanma mıdır, bilemiyoruz. Ancak şunu öğreniyoruz; “İnsan üzerinden öyle bir zaman geçti ki o, henüz anılır bir şey değildi” (İnsan/Dehr 1)

– Peygamberler neden hep Ortadoğu’da? Bu tez doğru değil ki. Peygamberler buralarda geçenler ve söylenenlerden ibaret değildir. “Hiçbir toplum yoktur ki ona haberci göndermemiş olalım” (Mümin 44; Fatır 24; Yunus 47; Nahl 36; Ra’d 7), “Bir kısmını sana anlattık bir kısmını anlatmadık” (Nisa 164). Her bölgeye peygamber geldi fakat yine Kur'an ifadesiyle, her köye gelecek değildi ya. Adları bildirilen 25 peygambere merkezî peygamberler, diğerlerine çevre peygamberler diyoruz. Merkez ve çevre nereden çıktı? Şuradan: İlk insan tartışmalı da olsa (Âdem) Kuzeydoğu Afrika'da ortaya çıkıyor. Kızıldeniz, Batı Arabistan gibi, o bölgeler… Bu işin uzmanı ilim adamları; Çin, Avrupa, Güney Afrika, diyerek dolaşıp durdular. Kazılar, belgeler çeşitli yerlere götürüyordu onları. Fransızcadan tercüme ettiğim 23 yazarlı kitapta, (Evrenselden Özele Kültür) gördüm ki son kanaat bahsettiğim bölge. Çamurdan olmuş, yok maymundan dönmüşmüş, ne olursa olsun ilk insan ve eşi bu bölgededir. Ne olursa olsun dememiz önemsiz olduğundan değil, ayrı bir konu olduğundan, burada bu makaleye sığdıramayız demek istememizdendir. Bu bölgede üreyen insanlar burada dünyaya yayılmışlardır. İlk peygamberlerin (habercilerin, uyarıcıların) bu bölgede görülmesi doğaldır. Bu demek değildir ki on binlerce yıl içinde dağılıp gittikleri yerlerde onları uyaran, muallim de diyebileceğimiz kimseler olmamıştır. Böyle kimselerin geldikleri bildiriliyor ve mantıkî düşünce de böyle diyor. İslam peygamberine kendi çevresindekilerden örnekler verilmiştir. Bu doğaldır. Din, aynı zamanda kültürle ilişki kurmuş, kuracak bir alandır. Peygamberlerin kendi bildiği, anlayabileceği, önce dil, sonra bilgi ve örnekler gerekir. Her şeyi bilen, gaybı da bilen bir peygamber tasavvuru hem dindarlarda hem dine karşı çıkmakta bahane arayanlarda yanlış bir tasavvurudur. Arapların da tâbi olduğu Samiler bunun içindeki İbrani ve Aramiler ve benzerlerinin dilleri bile kökte benzerliklerini muhafaza ederek gelmiştir. Güney Amerika'daki yerlere ait veya Çin'deki, Hind’deki uyarıcılardan örnekler verilseydi yadırganmaz mıydı? Fakat her bölgede uyarıcıların varlığı söylenmiştir ve anlaşılabilir durumdadır. Amerikalı antropolog tuttuğu raporda; Kızılderili bir gencin, dedesinden duyduklarını nakleder (Bkz. David Krech ve arkadaşları, Cemiyet İçinde Fert). Söylenenler bir peygamber sözünden farksızdır. Yanlış algılarımız şuraya da uzanır: Uyarıcıların hepsinin aynı seviyede, aynı durumda olduklarını düşünürüz. Oysa bu tip insanlar tabiat üstünden ses getiren üç-beş doğru ve haklı, özlü cümlelerle haberci olmuşlardır. Ancak diğer düşünen ve devrine göre yazıp çizen insanlardan bazı özellikleriyle farklıdırlar. Elbette bu noktalardan sonrası inanmaya kalmıştır. Uyardıkları için bu insanlar ne çileler çekmişlerdir. Hud, Lut, İbrahim, Musa, İsa, Hz. peygamber ne eziyetlere maruz kalmışlardır.

–Bu uyarıcılar ve getirdikleri olmasaydı insanlığın hali nice olurdu? Dindarın da dinsizin de bunu düşünmesi gerekir. Haberciler, uyarıcılar gelmiş de dünya cennet mi olmuş? Bu kadar bilim insanı, teknik araştırıcı, fikir adamı ne güzellikler, ne kolaylıklar sağlamış da dünya cennet mi oldu? Olacağa benziyor mu? İkisi için de ya olmasaydı diye düşünmek daha gerçekçidir. Vahşi hayvanları düşünün. Bu canlıların kötü olduklarından, suçlu olduklarından söz etmiyorum. Böyle bir şey yok. Fakat bu vahşi yaratıklara bir de akıl verilseydi ne olurdu? Böyle düşünün. Akıl gibi bir silahla yapmak istediklerine neler katmazlardı. Akıl, insan gibi bir varlığın bile zararlarını yok edememiş bazen arttırmıştır. Lafı kuyruğundan anlaması muhtemeller için söylüyorum; biyolojik birer varlık oldukları ve doğal halde içgüdüleriyle yaşadıkları için bu örnekleri veriyoruz. Hayat mücadelesi kanunu bir gerçektir ve doğaldır. Ama orada kalmamak için bunu idealle kesiştirmek ve yükseltmek lazımdır. Mütefekkirler, bilim adamları, filozoflar derler ki: İnsan için hayat mücadelesi kanunu yalnız kalsaydı, insanlık perişan olurdu. Zekanın sivrildiği ve aklın eklendiği bir bencillik, insanlığın daha çok zarar görmesine yol açacaktı. Din ile gelen şefkat ve merhametimiz, zararların çoğalmasını engelledi. İnsanda ekstra aklî bir güç vardır. Bunu dine borçludur. Din, insan denen varlığı özgeci karakterini tayin eder. Ortak bir hayata, kendini feda etmeye götürür. Akıl insanı kontrol etmekte yetersizdir. Akıl, tabiatta her şeyi kurcalamakta, menfaat elde etmekte, sebep aramakta kabiliyetlidir. Hayatta ve tarihte gerçek faktör insanlardır. Onun içindir ki insanlık şimdiye kadar inançları olmaksızın yaşayamamıştır. Dinin olmadığı bir toplum düşünmek abestir. Ne geçmişte olmuştur ne gelecekte olması mümkündür. En çok hayati enerji veren, dindir. İnsan hayatını yürüten dindir. Din dışı sosyal bir dünya, kararlı olmayan bir sosyal dünya olurdu. Kararsızlık ve şüphe içinde bir dünya olurdu. Ferdî rahatlığın getirdiği ölü noktaya dönüştürülmüş bir dünya olurdu. Bir yüksek kültürün medeniyet merhalesi ile dini hayat arasında sıkı bir ilgi vardır. (Bkz. Benjamin Kidd, Gusave le Bon, Ch. Elwood, Fustel Goulange, Spengler, Toynbee’den naklen P.A. Sorokin, Çağdaş Toplum Teorileri 2; P.A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri)

Din, kültürü de bezemiş, zenginleştirmiş, edebiyatı, musiki başta sanatı yüksek derecelere çıkarmıştır. Dünyada din dışı bir kültür yoktur. Din ile yüklenmiş olmayan bir dil, musiki, şiir, roman bulunmaz. Din deyince, yanlış anlaşılmış ve kötü uygulanan, bozulmuş, ona layık olunamaz hale getirilmiş bir dinden söz etmediğimizi tekrar etmek gerekir mi bilmem.

Dinin kültürle ilişkisini söylerken şu hep dikkatten kaçar: Ateizmin kültürle ilişkisi. Ateizmin kültürle ilişkisi yoktur. Ateizmin kültürü yoktur. Yani kültürleşemez. Ateizm, ferdî bir meseledir ve ateistlerin hepsi, adlarıyla farkında olmadan uydukları gelenekleriyle, alışkanlıklarıyla, din ile yüklü belirli bir kültürün içindedirler. Eğer ısrarlı, özel vasiyetleri yoksa, öldüklerinde yapılan işlem ve muameleler de bulundukları kültüre göredir ve ona göre defnedilirler. Bundan ne çıkar? Hakikat mı? Evet, insanın hakikati, insan gerçeği çıkar. Nasıl suyun itme kanunundan, yerçekimi kanunundan, atom fiziğinden, füzyondan tabiatın gerçekleri çıkıyorsa; dinden de insanın gerçeği çıkar. Tabiatın gerçeği insanınkinden yukarıda ise, yahut şöyle diyelim; insan yüksek tabiat gerçeğinin ağaç, aslan, fare, solucan, göktaşı, mikrop vb. cinsinden bir parçası gibi görünüyorsa, bu da bir kanaat olabilir ama insan için yetersiz bir duraktır. Biliyoruz ki insan bununla yetinmemiştir. İnsan tabiat gerçeklerini bilir, bilmediklerini bulmaya çalışır fakat onları tapınılacak put yapmaz. Yapmışsa ona zaten putperest diyoruz. Buna rağmen insan bilir ki kendisi tabiattan üstündür. Buldukları ve bulacakları, yani bütün evren insan içindir ve hepsi insanın emrine, hizmetine verilmiştir. (Kur’an, Bakara 29) Dinde birçok delil ve örnek tabiattan verilmiştir fakat vasıta kılınmıştır. Bunu anlamak için de bilim gerekir. Ancak bilimi, put haline getirirsek aklın görevi bitmiş olur. Oysa aklı bilimle sınırlandıramayız. Tabiat kanunlarını birer birer keşfedince, birçok şeye erişince aklın görevi ve bilim dediğimiz alan bitiyor mu? Bilimde “az kaldı”, “bekle gör” diye bir şey yoktur. Dünya durdukça ve insan var oldukça arayış devam eder. Bilim “niçin” sorusuna değil, “nasıl” sorusuna cevap arar. Bilim, “ben varım, sonra ne olacak ve niçin olacak” sorusunu karşılayamaz. Zaten konusu da değildir. Temel niçinlerden bahsediyoruz. Sebep-sonuçtaki niçinler, nasılın izahıdır ve nasılın içinde dahildir.

– Güneş niçin var?

– Isı ve ışık için.

– Isı ve ışık niçin?

– Hayat için.

– Hayat niçin?

Temel niçindir bu. Bunun da karşılığı olmalıdır. Hiçbir şey anlamsız değildir ama bilimsellik çerçevesinde bunun cevabı yoktur. Bu alan, dinin ve felsefenin alanı ve konusudur. Bilimsel alandan koparılamamıştır ama bu, din ve felsefeyi hayal ve fantezilerden korumak içindir. Kapısını dine açık tutan, bilimle bağını koparmamış felsefe disiplinini takip edersek şöyle dememiz uygun olacaktır ve benzer şeyler de söylenmiştir:

Eğer tabiattan, yapısından, kanunlarından, maddenin dinamizminden daha üstünü yoksa, o zaman akıllı varlık olan insan, tabiatta fazlalıktır, gereksizdir. Sırf yaşamak için akla ihtiyaç yoktur. Nitekim yaşayan bütün varlıklar akıl olmaksızın yaşamaktadırlar ve mutludurlar. Mutsuzluğu en çok yaşayan varlık insandır. Akıl, onu mutlu etmekten çok mutsuz etmektedir. Ancak önemli olan sırf yaşamak mı; anlamak, arayıp bulmak, daha yukarılara çıkmak mı gibi bir tercih hakkımız yoktur. Her ikisi de bizim içindir ve büyük maksada yöneliktir.

-Gen, DNA gibi konuları din ile karşıtmış gibi düşünenler vardır. Dini reddetmek için bunları ve daha genelde bilimi sığınak olarak görürler. Tevhit dininin son merhalesi ve doruk noktası söz konusu edilirse; gen, DNA vb. unsurların kendisiyle çatıştırılması tuhaf olur. Olumsuz değil, olumlu ilişkiler vardır. Anlayabilirsek… Allah-âlem-insan, bu üçü yan yana değil iç içedir. Böyle olunca hiçbir noktası virgülü birbiriyle çatışmaz. Her şey ahenk içindedir, dinî tabirle nizam halindedir. Çatışmalar bizim kafamızda oluşur. O da ya sükûn bulur ve kanaate dönüşür ya da kaos devam eder. DNA bir yazılımdır. Dinde de bilimde de buna yer vardır. Hatta dinde lev-i mahfuz diye ezelden yazılım vardır. Fakat hassas nokta şudur: Yazılmış ise kim yazmıştır? Kendi kendine yazılım demek komiktir. Hard disk nasıl kendi kendisine bir yazılım değilse, DNA da kendi kendine yazılım olamaz.

İkinci hassas nokta şudur: Eğer bu yazılım, kişinin hayat süresinde; dışına çıkılamaz, mutlak zorunlu bir ağ, bir örgü ise yandık demektir. Bu şekilde dindardaki yanlış kader anlayışını bilim ile desteklemiş oluruz. İnsan dışındaki canlı-cansız varlıklar için sorun yoktur. Fakat insan biyoloji üstü, DNA’lar üstü yönleriyle bu yazılımı hem yaşar hem aşar. İrade, tercih, vazgeçme, bağışlama, arama vb. böyle başlar. Ezelî hard diskte bunlar yazılıdır. Özgürlük de genel DNA’da bir yazılımdır. Yani, özgürlük de kaderimizdir. Bizi sorumlu tutan bu kaderimizdir. Dinin tercihlerle aşkınlığı burada gizlenmiştir. Bilimin yolculuğu ve yarınları aynı özgürlük içindedir.

-Problem olmadığı halde problem aradıkları, din-kültür ilişkisi gibi din-medeniyet ilişkisi de din aleyhinde kurgular yapılmaktadır. Problem varmış gibi yorum yapılmaktadır. Din, medeniyet ve teknoloji üretmek için gelmemiş, buna zemin hazırlamak, anlamlı kılmak için teknoloji ve medeniyetin insana nimet sunması, külfet yüklememesi için var olmuştur. İnsana zararlı hale gelmeye başlayan, külfet yükleyen, yeni bir tapınma aracı olmaya yönelen teknoloji ve medeniyeti, evrensel din onaylamaz. Din, teknik ve medeniyete daha doğrusu onu kullanma biçimine onay vermeli, o medeniyet halkasına bir anlam yükleyebilmelidir. Bugün mesela insanı bir teknoloji mabedine mahkûm eden, teknoloji hapishanesine kapatan bir medeniyetin din ile elbette problemleri olacaktır.

Bilimsel dinsizlik şeklinde yola çıkan din karşıtları, dine karşıymış gibi gördükleri teknik ve medeniyeti çoğu zaman abartmışlar, gerçeği saptırmışlardır. Birçok örnek arasında Sümerler örneğine bakabiliriz. Sümerler, o dönemin en ileri toplumlarındandır belki de en ilerisidir. Tekerleği, ulaşım ve nakliyede kullandıkları, göğü inceleme merakları, bunun için ilkel de olsa aletler yaptıkları, eşya sandıkları üzerine irsaliye için yazılar yazdıkları bilinir. Diğer toplumlardan daha birçok hususta daha ileri oldukları tespit edilmiştir. Fakat şunlar doğru mudur? Yazıyı icat ettiler. Okullar açtılar; matematik, astronomi, geometri öğrenip öğrettiler. Hukukî antlaşmaların en güzellerini yazdılar. Çocuklar bütün gün okula gidiyorlardı, kız erkek birlikte okudular, ikinci bir dil (Akatça) öğreniyorlardı. Ticari hayatta faiz uyguluyorlardı. Vergilerde reform yapmışlardı. Kadınlar her alanda eşit oldular. Kadınlar doktor(?) olabiliyordu. Kadın müfettişler vardı. Kadınlar açık elbiseler giyiyor, makyaj yapıyorlardı. Kadınlar cinsellikle ilgili şarkılar söylüyor şiirler yazabiliyorlardı. Bazı belgeler, bazı tabletler üzerine, hangi maksatla hayali işleterek abartılan, sıradan şeylerin boyutunu arttırarak devasa bir medeniyetten bahsetmek nedir? Bize şu sorular sorulmayacak mı? Sümerlerin bu yüksek medeniyeti ne zaman, nasıl, niçin unutuldu? Sümerlerin yaşadığı Mezopotamya bölgesinde ve diğer yerlerde, daha sonra bu yüksek medeniyet neden görülmedi ve artarak devam etmedi? Medeniyet halkalarını birinden diğerlerine geçişleri, medeniyet birikimlerini tanıyor, biliyoruz. Bilim dünyası bundan gafil değildir. Sahip olunan bu medenî unsurlar neden unutulup kayboldu? Küçük kıyametle kıyametler mi koptu? Nuh tufanına benzer olaylar mı yaşandı? Bunların da belirtilmesi lâzımdır.

Son araştırmalarda Sümerlerin Türk oldukları anlaşıldı. Türk olarak bu atalarımızla elbette iftihar ederiz. Fakat doğrudan sapmamak lazımdır. Bu tespite göre; Orta Asya’ya, Mezopotamya’dan, Anadolu'dan göç ettikleri anlaşılıyor. Anadolu’dakilerle Orta Asya’dakiler ayrı Türk boyu değilse, göç doğruyorsa, o zaman torunları olarak bilim adına şunları sorarız: Sahip oldukları teknik ve medenî unsurları unuttular mı? Hatta neden artarak devam etmedi? Sarsıcı olaylar mı oldu? Sadece kadınlara verilen farklı önem konusunda bir benzerlik var, o kadar. Teknolojik ve medenî unsurlar çok geride. Gerçi uygarlıklarda ve diğer bazı kollarda gelişmişlikler var. Fakat bunlar yeni üretimlerdir ve sonradan da kaybolmamıştır.

Tekerleğin icadı Sümerlere ait dedik ama bu kullanılma alanından dolayıdır. Gerçekte daha önce tekerlek çocuk oyuncaklarında ve bazı oyunlarda kullanılmıştı. Ulaşım ve nakliye için kullanmamışlardı (Bkz. Jean François Dortier, Evrenselden Özele Kültür, çev. Yümni Sezen, sf, 145) Sümerler bunu ulaşım ve nakliyede kullanmış oldukları için icadı onlara ait sayıyoruz.

Kısacası bilimi de istismar etmemelidir. Din istismarcılarının yaptığını yapmamalıdır.

– Bizce yanlış değerlendirilen bir konu da insanın dinden dinin insandan istedikleri meselesidir. Benim dinden beklediğim bir şey yok denir. İnanmama noktasında bu sonuç elbette tutarlıdır. Böyle olunca neden dinin de benden istediği olmamalıdır. Doğal olarak bu da tutarlı bir sonuçtur. Fakat kapılar tamamen kapatılmamışsa şöyle değerlendirme yapabiliriz: Benim dinden, (İslam'dan) bilim ve insanlık adına ve kendi adıma beklentim; doğru bilgi ve kaynakların bize karışıksız, katışıksız, saptırılmadan ulaştırılmasıdır. İslam'ın benden bekledikleri nelerdir? Yaratıcıyı tanıyıp itaat etmek, elçilerine ve onlara vahyedilenlere inanmak, bunun dışında; ahlaklılık, iyilik, güzel davranışlar, adalettir. Bunları hem dünyevî ve sosyal gereklilik içinde, hem uhrevîlik ve ebedilik çerçevesinde yaparak değerlendirilmeye hazır kılmak istediğini bana bildirmiştir. Bunların özgür irade ile yapılmasını istemiştir. İslam'ın istekleri özgür iradeye dayanır diye sürekli tekrar edip duruyoruz. “Dinde zorlama yoktur”dan başlayarak bu ilkeleri ilgilenen herkes bilir. Zaten iman da zorlamayla ters düşer, özgürlükle uyumlaşır. Bunu da en kısır akıl bile kavrar. Zorla yapılan yaptırılan şey, inanma değildir. İnanmamanın, mantıkî doğası irade özgürlüğüdür. İyi ama insan başlangıçta özgür bırakılıyor sonra tehdit ediliyor. Hesap vermekle, azapla tehdit ediliyor. Unutuluyor ki bu tehdit ancak özgür bir iradeye yapılır. Siz bir hayvanı tehdit edebilir misiniz? Bir akıl hastasını veya bir ölüyü tehdit edebilir misiniz? Ölmek üzere olan, yani seçme imkânı kalmamış birini nasıl tehdit edebilirsiniz? Hapisteki birini hapisle tehdit edebilir misiniz? İyi ama tehdit niye? Sorumluluğu hatırlatmak, sapmışsa düzelme imkanına yer vermek, haklarının henüz bitmemiş olduğunu bildirmek içindir. Yapılanlar, düşünülen ve inanılanlar geçici ve orada kalıyorsa, varlığı ve yokluğu birdir. Vara 100 diyelim. 100 yaş karşılığı gibi olsun. 100, sonsuza göre sıfırdır. Uyarı, sadece o noktada kalıyor, herhangi bir kurum, kanun, daha sonrası ile ilgilenmiyorsa, varlığı ile yokluğu bir olur, olsa da olmasa da olur.

– Duaya takılırlar. Dine şaşı bakanlara göre dua, bilimsel kafaya uymaz. Dua, inananla ilgilidir. İnanmayan elbette dua etmez. Kimden ne isteyecektir? Kibir zaten buna engeldir. Kibrini bilimle(!) süslemiştir. Tabiattan mı isteyecekti? Tabiatın bizden haberi bile yoktur ki isteyelim. Ben tabiattan haberdarım, o benden değil. Tabiattan istediğimi, zaten onu döve döve, yara yara almaya çalışıyorum. Bir şey yapmadan tabiattan istemek abestir. Dua, bizde olmayanı, benim gayretimle olmayacak olanı istemektir. Yahut kusurlarımın bağışlanmasını istemektir. Tabiatın bizi affedip etmemek gibi bir özelliği yoktur. Her şeyi kendi gayretimizden istemek doğrudur ama işte bu doğru, insanı sadece tabiatın sıradan bir parçası yapmaktan öte görünmeyen bir doğrudur. Hayvanlar da böyle yapıyor. Yaşıyor ve kendi gayretini kullanıyor. Programın içindeki gayretiyle yaşıyor. Bizim farkımız olması gerekir. Bu farklardan biri de duadır. “Dualarınız olmasaydı ne değeriniz olurdu” (Furkan 77). Dua inanmanın büyük bir işaretidir. Dua gayret ve emeğe engel değildir. İkisi arasında zıtlık görenler meseleyi anlamamış demektir. Deniz kenarında balık tutmak isteyen biri, her şeyini, oltasını, yemini, hazırlayıp çaba göstererek bu işi yaparken, bu işleri yapmadan, oltayı da denize atmadan, önüne balık gelmesi için dua eden biri ile kendine düşen her şeyi yapıp, oltayı denize atıp, balık rastlaması için dua eden birini mukayese edeceksiniz.

İslam'da gayret, iş, emek çok önemlidir. “İnsan için sa'yinden (işinden, çalışmasından, emeğinden) başkası yoktur” (Necm 39). Fakat buradaki iş ve emeğe çok şey dahildir. İbadetler, ahlaki faaliyetler, iyilik işleri, ötelere yönelen ameller dahildir. Sadece dolap beygirinin emeği gibi değildir. Duayı hor görenler, insan eseri olan bilim ve teknolojiden beklentiyi öne sürerler. Bunlar zaten yaşanmaktadır. Daha fazlası isteniyorsa; bu fazla istek, yarınlara, henüz olmayana bir anlamda başkalarının emeklerine, geleceğin insanına kalmış demektir. Fakat biz o zaman dünyada olmayacağız.