Yümni Sezen

Tüm yazıları
...

Dil-Kültür ve Medeniyet

1938’de Urfa’nın Birecik İlçesinde doğdu. Aynı yerde ilk ve ortaokul öğreniminden sonra 1957’de Gaziantep Lisesini bitirdi. 1961’de Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli okullarda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. 1975’de İstanbul Ortaköy Eğitim Enstitüsü’nde öğretmenlik yaptı. 1976-78 İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. 1985’de Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesine öğretim görevlisi olarak geçti. Bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Anabilim Dalında doktorasını tamamladı. Sırasıyla Yardımcı Doçent, Doçent ve sonra Profesör ünvânlarını aldı. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde Din Sosyolojisi öğretim üyeliğinden emekli olarak çalışmalarını sürdürmektedir.

Çalışmaları felsefe, sosyoloji, din sosyolojisi ve İslâmi sosyoloji çalışmaları üzerinde yoğunlaşmıştır. Evli ve üç kız babasıdır.

İletişim: sezenyumni@gmail.com

Yümni Sezen

Dilin kültürle ilgisi bilinir de medeniyetle ilgisi üzerinde durulmaz. Bu konuyu biraz irdelemeye çalışalım.

Dil, kültürün en önemli unsurudur. Dinden de önce gelir. Çünkü din onunla ifade edilir. Dil, kültürün, ama önce milli kültürün muhtevasındandır ve onun belirleyicisidir. Dilini muhafaza edemeyen toplumlar, millet oluşlarını da muhafaza edemezler. Mensubiyet bilincinin, kimlik ve kişiliğin, yabancılaşmaya karşı direnişin merkezinde dil oturmaktadır. Yani dil, milliyetçiliğin temelinde yer alır. Dil korunmaz ve geliştirilmezse, ileriye yönelmiş bir millet varlığı tehlikede demektir. Gelişmeyi doğru anlamalıdır. Kültür unsurlarının gelişmesi, bir insanın gelişmesi gibidir. İnsan, hep kendisi olarak kalmak üzere gelişir, olgunlaşır. Tabiatıyla bu yol üzerinde sapma, bozulma, çökme bulunabilir. Dil ve diğer kültür unsurlarında da durum aynıdır. Buraya kadar bilinen hususları tekrarlamış olduk. Medeniyetle ilgisini anlamaya çalışmamız için, yine bilinen bazı hususları hatırlamamız gerekecektir. Bu konunun yolu, önce ırkçılık ile milliyetçilik arasındaki benzerlik ve farklılıkları bilmekten geçer.

Soy-sop bir gerçektir ve ferdî ve toplumsal kimliğin ilk belirleyicisidir. Toplumun nizamı içinde önemli yer tutar. Büyük aileler içinde, müşterek olan atalara kadar uzanan bir aileye dayanılmış, diğerleri gibi bir kimlik kabul edilmiştir. Bu büyük aileler (soylar, soplar) arasındaki ilişkiler, alışverişler, kendisi kalıp kalmamalar, insanlığın macerasına bağımlıdır. Soy-sopun tek başına kalması, hem gerçekçiliğin devamını arızaya uğratabilir hem de çatışmalara maruz kalabilir. Ayrıca milletin/ulusun anlaşılmasını, kültür toplumunu ve millî kültür kimliğinin kavranılmasını zorlaştırabilir. Soy-sop, yani kavim (Batılı deyişle etnik grup) yeryüzünde çok sayıdadır. Yani büyük aileler çoktur. Altı binden fazla olduğu bilinmektedir. Bunların her biri ayrı birer millet de değildir. Bunlardan 50-60 kadarı, Türk milleti gibi birer millet haline gelmiş, diğer bazı etnik grupları kendi şemsiyesi altında yaşatmıştır. Birçoğu da tarihe mal olarak kaybolup gitmiş veya büyük milletlerin içinde yaşamaya devam etmiştir. Kültür kimliği, altta mevcut belirli bir kavmî otoriteyi kaybetmeksizin, kıvamını da bozmaksızın, çerçeveyi genişletmiş olduğu için, sosyologlar ve kültür antropologları haklı olarak sterilize edilmiş bir ifadeden kaçınmışlardır. Meselâ Türk milliyetçisi olduğundan asla şüphe etmediğimiz Ziya Gökalp, milleti, halkın deyişine uygun olarak, ‘dili dilime, dini dinime’ uyan diye genişçe tanımlamıştır. Daha ayrıntılı olarak da şöyle der: Millet, dilce, dince, ahlakça, estetikçe müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bir sosyal zümredir. Burada soy-sop inkâr edilmemiş, ancak tek başına bırakılmayıp dil ile ahlak, estetik ile inanç sistemiyle ifade ve temsil edilmiş, soy-sopa yani büyük aileye anlamlı kültür elbisesi giydirilmiştir. Mesele biyoloji sınırlarında bırakılmamış, çıplaklıktan kurtarılmıştır. Ayrıca terbiye ile nesilden nesile devamlılık kazandırılmıştır.

Her türlü anlam ve muhtevadan arındırılmış bir anlayış, milleti ifade edemez. Hele böyle bir anlayışta, üstünlük, benzersizlik, eşsizlik psikolojisine kapılmak, ırkçılık denilen ayırımcılığı getirir. Sonuçta kendine ve başkasına zarar vermeyi doğurur. Bunun tarihi örnekleri malûmdur. Irkçılık, genel çizgileriyle, kan ve biyolojik üstünlük davası gütmek, bu yönde insanlık duygularını rencide ederek baskıcı ve zorlayıcı tutum takınmak (tahakküm), kendi ırkından olmayanlara hayat hakkı tanımamaya çalışmak, kendi ırkına ait olan bütün değer ve özelliklerin her şeyden üstün olduğuna inanmak durumuna gelebilir. Zaman zaman gelmiştir. Bu durumda başta medeniyet, insanlık âleminin her türlü kazanımlarından kopmaya aday oluruz. Bu duruma düşmedikçe, kültürde odaklanıp, insanlığın müşterek özelliklerinden ve bağlarından kopmayan bir millet sevgisi, öz saygı, devamlılık arzusu, ayırt edici özelliklerinin farkında olmak, kimlik-kişilik ve değerlerini muhafaza etme iradesi, iyi olan şeylerde yarış karakteri, asla ırkçılık değildir. Buraya kadar da az-çok bilinenleri hatırlatmış olduk. Fakat henüz medeniyetle ilişkiye ve özellikle dil meselesinin konuya yerleştirilmesine geçmedik.

İnsanlık tarihinin gerisine doğru medeniyetler tekil, beriye doğru geldikçe çoğuldur. İlerledikçe, nüfus arttıkça, iletişim hızlandıkça, teknoloji üretimi çoğaldıkça, medeniyet dairelerinin iç içe geçtiğini görürüz. Tekler bazı eski karakterlerini kaybetmeksizin yeni bloklaşmalar dönemine geçmiştir. Uzakdoğu medeniyeti, Ortadoğu medeniyeti, İslam medeniyeti, Avrupa medeniyeti gibi. Üst sistemlerinin, yani her şeye manâ ve şekil veren, dünya görüşünü oluşturan değerler nizamından dolayı böyledir. Çünkü medeniyet, maddi kültürden ibaret olmayıp, tek başına teknoloji demek değildir. Bu blokların, yani medeniyet dairelerinin anlam ve değer temsilleri devam ediyor. Bunların gerisinde olan tekler, birbirlerinden etki almış da olsalar, Türk medeniyeti, Çin medeniyeti, Hint medeniyeti, İnka medeniyeti vb. diye anılırlar. Hem bunların hem bloklaşmaların anlam ve temsilleri, orijinallikleri devam ediyor. Ama gittikçe tek daireye doğru giden bir görünüm de inkâr edilemez. Buna Batı medeniyeti, haydi daha genelleyici olarak çağdaş medeniyet deniyor. Henüz böyle bir safha tam olarak gerçekleşmemiştir ama gerçekleşebilir mi? Olup olmadığını yaşayanlar görecektir.

Biz dile gelelim. Dilde ırkçılık mı, milliyetçilik mi? Bu soru abes gibi görünüyor. Dilde ırkçılık nasıl olabilir? Kendi diline önem vermek, onu korumaya ve geliştirmeye çalışmak, onu yabancılaşmaktan esirgemek, maddî ve manevi kültür hayatımızı onunla ifadeye muktedir kılmak, dil ırkçılığı değildir. Fakat meselâ kelime fetişizmi duygusuyla hareket ederek, kendinden başkasına tahammül etmeyerek ayıklamaya başvurmak, doğru olmaz. Bir kavramın yerine, tamamen kendinize has olanı üretememişsen, menşei ne olursa olsun o meşhur kelimeyi/kavramı, kendinize mal edeceksiniz demektir. ‘Efendi’ kelimesini alalım. Grekçe’den bize geçen bu kelime, kısmen Araplara da geçmiştir. Kelimenin kökünde, sahip, Mevla, saygıdeğer, reşit ve mümeyyiz, vekil olmayıp asıl manâları vardır. Bizde ‘Beg’ var, sonra ‘Bey’ olmuş. Türkiye Cumhuriyeti üretimi, buradan ‘Bay’a, buna dayandırarak ‘Bayan’a ulaşmıştır. Ama kendimize mal ettiğimiz efendi kelimesi başka bir dünya oluşturmuştur. Peygamber Bey demeyiz, Peygamber Efendimiz deriz. Hanımbeg veya hanım bey değil, hanımefendidir. Ama müdürümüze müdür efendi, doktor efendi değil, müdür bey, doktor bey deriz. Kapıcıya da Ahmet Bey yerine Ahmet Efendi’yi tercih ederiz. Yerine göre aşağı rol ve statüye, yerine göre en yüksek rol ve statüye eşlik eder. Dilin mantığını ve ruhunu anlamak o kadar kolay değildir. Ancak şunu öğreniyoruz ki, dil milli sınırları aşabilir. Kelime alış verişinde bulunulabilir. Başkalarından alıp kendimize mal ettiğimiz kelime, yeter ki bütün milletçe, milletin şu andaki kesimi olan halkça anlaşılmış ve kullanılır hale gelmiş olsun. Yeter ki bu tür kelimeler, belli bir oranı geçip, istila haline dönüşmesin ve kendi dilimizin yapısını, anlamını, estetiğini bozmasın.

‘Allah’ kelimesiyle devam edelim. Bu kelimenin kökeni Arapça imiş, daha eski kavimlerden gelmiş, İslam’dan önce de varmış, bunlara bakılmaksızın, Kur’an‑ı Kerîm’in ve Hz. Peygamberin kullanmış bulunduğu bu kelime, hayatımızın her alanına girmiştir. Günlük hayata, din hayatımıza, kültürün her türlü dalına, şiire, musikiye, atasözlerine, nükte ve fıkralara, hukuka, bilim hayatına yerleşmiştir. Halkın tamamı bunu anlıyor ve kullanıyor. Türk diline bir zarar veriyor mu? Hayır. Milliyetçiliğimize engel oluyor mu? Hayır. Üstelik girdiği her alanı zenginleştiriyor. Peki, Allah yerine Tanrı demek olmaz mı? Neden olmasın. Tanrı kelimesini de herkes anlıyor, üstelik bana ve tarihime ait. Tanrı kelimesini kullanmak, dinimize, imanımıza bir zarar getirir mi? Yine hayır. Ama meselelerimizin hepsini salt (sırf) dini açıdan almak, din terazisine vurmak, onu fıkıh ölçüleri içine hapsetmek doğru değildir. Daha doğrusu bu, niyete bağlıdır. Eğer biz Tanrı kelimesini İslam’a karşı olma inadıyla, farklı bir psikolojiyle kullanıyorsak, o zaman iş değişir. Yoksa inanan bir insan, aynı maksadı gütmek üzere şu kelimeyi değil de bu kelimeyi kullanıyorsa, din bakımından sorun yok demektir. Dediğimiz gibi her şeyimizi, her adımımızı, hemen ahiretle, cennetle, cehennemle değerlendirmek, İslam anlayışımıza da zarar verir çünkü gereksiz yük yükler. Kısacası şunu demek istiyoruz ki, Allah yerine Tanrı demek, zannedildiğinin aksine dine aykırı düşmez. Çünkü Allah nazarında, bütün diller ve renkler, Kur’an’da geçtiği üzere, O’nun ayetidir (delillerindendir). Fakat insan bu dünyada yaşıyor ve coğrafyanın, kültür antropolojisinin, tarihin, sosyolojinin, değişme ve gelişmenin, günümüz gündemiyle iletişimin kanunlarına tabidir ve bunlara aykırı yaşama şansı yoktur. Bu bakımdan yine Allah’ın kanunlarının yansıması demek olan tabiatın, kültürün, medeniyetin içinde yaşarken, her şeyi dinî kurallar terazisiyle değerlendirmek, aşırıya kaçmak olur. Allah kelimesi, artık sadece dinin değil İslam kültür ve medeniyetinin bir malı olmuştur. Müslüman olan Türk, Fars, Hintli, Pakistanlı, Endonezyalı kendi dilinde bu kavramı kullanır. Allah kelimesini başka niyetlerle ve hepten dışlarsa, dindeki hassasiyet yanında, bir müşterek medeniyetin ortak değerlerine de yanaşmamış olur. Henüz kendi kültürleri Müslümanlaşmamış bulunan fakat birey olarak Müslüman olan bir Fransız, bir Alman, İngiliz vs. kimse zorlamadığı halde, Allah kelimesini kullanıyorlar. Hatta Müslüman olmamış Avrupalı araştırmacı ve bilim adamları, İslam’dan söz ederken veya tercümelerinde Allah kelimesini tercih ediyorlar. Aksine davranış, İslam kültür ve medeniyetini aksettirmez diye düşünmektedirler. Artık bu kelime Arapçanın mülkiyetinden çıkmış, ‘ortak mülkiyet’ haline gelmiştir. Ruh, cennet, cehennem, ahiret, günah, sevap, namaz, oruç, insan isimleri, defter, kalem, kitap gibi yüzlerce kelime, Türkçede kullanılmaktadır ve kültür kanunlarına, sosyoloji kanunlarına aykırı olmaksızın, dil kimliğimize zarar vermeksizin, hatta onu zenginleştirerek yaşamaya devam ediyorlar. Hepsini halkımız anlıyor, kullanıyor.

Bir başka kelimeye bakalım: Nûr. İlk anda akla gelen karşılığı ışıktır. Fakat farklılığını da bilmemiz gerekir. Işık, dışa karşı bir aydınlatıcı, nûr daha çok içeriyi hedef alan bir aydınlatıcı. Allah’ın nûru dediğimizde güneş ışığından farklı bir anlam kastederiz. Güneşin nûru denmez, ışığı denir. Nûr kelimesinin geldiği kültürde ışığı karşılayan kelime mevcuttur. Birbirinin yerine kullanılmazlar. Dışı ifade eden ışık da farklı boyutlardadır. Şuâ başka, ışık başkadır. Lazer ışığıyla güneş ışığı farklıdır. İks (x) ışınları görülmez, ama aletlerimizle tespit edebiliriz. Karıncaların gördüğü ışıkları yani renkleri, bizler göremiyoruz. Bu bakımdan nûr, özel görünüyor. Bugün bazılarınca, “nûr içinde yatsın” yerine “ışıklar içinde yatsın” deniyor. Niyette bir sorun yoksa dince bir sakıncası yoktur. Ama niyet, İslamî tabirlerden kaçmak, mesafe koymak ise iş değişir. Bunu da ancak kullananın kendisi ile Allah bilir. Bizim bilebildiğimiz bu tavır, bir taraftan dini ırkçılığa alet etmek isteğidir. Tıpkı, ırkçılığı dine alet etmek gibi. Türkçü de olsak, İslam’a inanıyorsak, “durağı Tanrı Dağı olsun” demeyiz. “Durağı cennet olsun” yahut “durağı uçmak olsun” diyebiliriz. Cennet kelimesini lügatimizden silip atmamak kaydıyla uçmağı kullanabiliriz. Yine inanıyorsak cennet, cehennem bu dünyaya ait değildir. Oysa ‘Tanrı Dağı’ bu dünyada bir dağın adıdır. Onun için niyet, bilgisizlikten önemlidir.

İslam medeniyetine bağlılığımız devam etmekle birlikte Batı veya çağdaş dediğimiz yeni medeniyetle oluşan bağımız da bu noktada aynıdır. Elektrik, radyo, telefon, televizyon, istasyon gibi maddi kültüre ait kelimeler, hatta onur, moral vb. gibi manevi dünyaya ait kelimeler de yadırganmadan kullanılmaktadır. Yeter ki aşırıya kaçılmadan, istila halini almadan, özenti ile olmadan bu iş icra edilsin. Özellikle ihtiyaç olmaksızın ve taklit, özenti duygusuyla yapılanlar, bilinçsizlik, şahsiyetsizlik ve ukalâlık eseridirler. Bu bakımdan mesela sübvansiyon, inovasyon vb. gibiler, konu tahlilimizdeki maksadımızın dışında kalırlar.

Kültür, kimlik ve şahsiyetimizi bozmamak üzere ihtiyaç mecburiyetiyle kültür unsurlarının, özel olarak kelimelerin, alet ve vasıtaların, metotların, toplumlar arası alış verişine engel olmamalıdır. Zaten olunamaz. Meşru olan müşterek alışkanlıklar bozulmamalıdır.

Medeniyet deyip duruyoruz ama bunu da doğru anlamalıyız. Bir millet eski medeniyetinden devam eden birçok şeyi yeni bir medeniyet dairesinde devam ettirebilir. Yeni bir medeniyet dairesiyle evlilik noktaları daha seçicidir. Meselâ şehidimize martyr deyemeyiz, yine şehit deriz. Eski medeniyetimizden çıkamayız. Onun özellikle manevi dünyası ve bu dünyanın unsurları içselleştirilmiştir. Her medeniyetin bir karakteri, hatta bir kalitesi vardır. Bunu maddi unsurlar ifade etmeye yetmez. Maddi kültür bizi yeni bir medeniyete mecbur etmiş olabilir. Elektriği, radyo ve televizyonu, treni, uçağı, interneti kullanmaya mecbur olabiliriz. Fakat biliyoruz ki bugün içinde bulunduğumuz medeniyet özgeci değil, bencildir, toplumcu değil fertçidir, belki açık/aleniyetçi görünür fakat istismarcıdır. Dürüst olması karakterine uygun düşmez. Sahtekârlığı daha çok barındırır. Bunu çok inceden inceye işlemiştir. Zaten bu, sahip olduğu liberal kapitalizmin doğal sonucudur. Mesela sigara kutusunun üzerine “öldürür ha!” diye yazar ama her gün daha çok üretmek için çalışır. Reklamını yapar, uyuşturucu kötüdür der ama kullanımı için serbest bölgeler ihdas eder ve bu yolla kazanılan paraları muhasebe defterine başarı diye geçebilir. Bu medeniyet mensupları, tabiatı hiç düşünmeden hoyratça kullanır. Tüketimi esas alır, maddi hazzın arttırarak devamını sağlamak için her yolu dener. Bu yolun en büyük vasıtası paradır ve üyelerini paraya tapar hale getirmiştir. Saymakla bitiremeyeceğiz kötü özelliklerinin yanında, iyi tarafları da olduğundan ve hayatımızı kolaylaştırma usul, teknik ve teknolojiler ürettiğinden dolayı ister istemez bu medeniyetin kahrını çekmekteyiz. Konumuz olan dillerimizi, bu medeniyetin zemin hazırlayıcı yabancılaştırmasına karşı korumak mecburiyetindeyiz. Çünkü yabancılaştırıcı olarak bu medeniyetin bol albenisi bulunmaktadır. Ancak şunu tekrar ifade etmeliyiz ki medeniyet bir katılma, bir ekip işi olduğuna göre, dilde bazı müşterek kararlardan korkmamalıdır. Yeter ki dilin temel yapısı, kuralları, estetiği bozulmasın ve bu öz, medeniyet uğruna feda edilmesin. Şunu unutmayacağız: Dilin başını çektiği bir kültür toplumu olan millet, nasıl ki istisnasız aynı kandan, aynı soydan olanlar tarafından meydana gelmiyorsa, kültürün unsurları da böyle bir soyutlamaya tahammülsüzdür. Millette vazgeçilemeyecek olan şey kurucu kültürdür. Bu çekirdeğin varlığının ve uyumu-ahengi teşkil ediciliğinin devamı, belirli hale getirmiş bulunduğu müşterek karakteri sürdürmesi, işte önemli olan budur. Toplumsal kimlik ve şahsiyetin bozulmaması, yabancılaşmamak esastır ve hayatidir. Büyük sorun, yabancılaşmaktır. Tamamen ve bütünüyle yabancılaştıktan sonra sorun kalmaz ama artık o ya başka bir varlık olmuştur ya da tarihin çöplüğüne atılmıştır.