Lisans ve yüksek lisans eğitimini, Türkiye’de yaşadığı dönemde yarı zamanlı öğretim üyeliği de yaptığı Boğaziçi Üniversitesi’nde tamamlayan Liath MacGorman, değişik bankalarda müfettişlik yaptıktan sonra şube müdürlüğü ile noktaladığı on bir yıllık bankacılık kariyerinin ardından yaklaşık yedi yıl boyunca yoluna uluslararası holdinglerde teftiş kurulu başkanı olarak devam etti. 2016 yılından bu yana, finans dünyasının sunduğu zengin yelpaze boyunca, pek çok farklı sektör, kurum ve coğrafyada edinme şansına sahip olduğu deneyimi, en köklü ve gözde küresel finans merkezlerinden Londra’da temas ettiği farklı boyuttaki firmalarla paylaşmasını elveren kendi şirketi bünyesinde, şimdilik Türkiye, Bosna-Hersek, Körfez Bölgesi ve Birleşik Krallık özelinde, eğitim ve danışmanlık faaliyetlerini sürdürmektedir. SMMM, ACCApq, CIA, CCSA, CRMA, CSL ve PRINCE2 unvanlarına sahip olan Liath MacGorman evli ve iki çocuk babası olup İngilizce ve İspanyolca bilmektedir. İflah olmaz bir sinema ve tiyatro aşığı olan MacGorman, Soho ve West End oyunlarını izlemekten ve Britanya’nın tarihi ve doğal zenginliklerini keşfettiği gezilere çıkmaktan hoşlanmaktadır.
Sohbetimize itirafla karışık bir ön kabulle başlamak istiyorum:
Artık kabak tadı vermeye evrilmemesi için duacı olduğum ve ara ara tümcelerimin satır başlarına serpiştirmekle yetinemeyip hatrıma hücum eden onca nostaljik anımsamalarımı tümden yazının orta yerinden en ücra köşesine kadar artık Allah ne verdiyse boca etmemin yarı nedeni gezegende yarım yüzyılı devirmeme ramak kalması. Düz Türkçesi; sanırım hırçın ve baskın eşi hanımefendinin adının Kezban olmasındaki şairane adalete gülümsemekten kendimi alamadığım bir hukuk profesörümüzün kendine özgü saatte üç cümlelik konuşma hızından daha yavaş da olsa, kısık ateşte demlenen çay gibi ağır ağır yaşlanıyorum. Ne diyeyim; doğa kanunu, ne itirazım var ne de şikayetim…
Ancak bunun kalan yarı nedeni de kesinlikle “Ne varsa eskilerde var sayın abicim!” tespitinde ifadesini bulan, her yaştan ve kuşaktan kişilerce, aynı zevk ve algı boyutunu paylaşmanın verdiği derin bir beğeni ortaklığı ve gönül yakınlığıyla dile getirilen, gelecekten kopup gelenlere her bakıldığında daha da artan bir dehşetin geçmişte yitip gidenlere beslenen özlemi arttırması.
Zaten öyle olmasaydı ortalık -hiç de şikayetçi olmadığım biçimde- 80’li ve 70’li yılların en beğenilen şarkılarının yeni nesilden şarkıcılarca tekrar tekrar terennüm edildiği “cover” tabir edilen albümlerden geçilmiyor, genellikle “eskimeyen klasikler” olarak başlıklandırmaya tabi tutulan listelerdeki parçalar internette en çok tıklanan ve dinlenen şarkılar arasında kendilerine yer buluyor olmazdı. (Bir eser klasikse zaten eskimezlik kazanmıştır, burada anlatım bozukluğu var, şöyle ki… Neyse, başımıza Türk Dil Kurumu fahrî müfettişi kesilmeyeyim şimdi, hem kendi üslubum da biraz savrukken ve üzerine tuz biber ekercesine bu cümle bile devrikken ayıp olacak gibi duruyor hani…)
Benim bu sohbetteki gayem, vakti zamanının ses ve görüntü dağarcığından hak ettikleri biçimde devşirilip tozu alınarak taleple uyumlu biçimde toplumun beğenisine tekrar sunulan işbu eserlere bir de burada değinmek değil. Kaldı ki, örnek vermek gerekirse, bir yirmi yıl sonra kendisi de benzeri bir hasretle yad edilmeye üstelik de hayranlarının gönüllerinin birinci bölge birinci sırasından aday “Leyla Mecnun” ve benzeri yapımlar bu adeta kutsal vazifeyi layıkıyla ifa etmekteler. Böylesi büyük bir ihalenin yüklenicisi olamayacak kadar mütevazı bir cirme sahip olduğumun son derece farkındayım çok şükür.
Bu vadide istiyorum ki, kendisi siyah beyaz (en azından reklamlarında Bavyeralı Alman köylüsü saçlarıyla arz-ı endam eden Kaleci Schumacher’in oynamasıyla efsaneleşen Saba Trinitron ya da Blaupunkt marka ve illaki iri kıyım bir sütun kaidesi ebatındaki ilk renkli televizyonlar bizim ilçeye 90’ların başında girene kadar öyleydi) ve fakat izleyicilerine sunduğu dünya rengârenk olan TRT ekranlarından bize yadigâr, daha bir kıyıda köşede kalmış sevimli örnekleri, durumları, isimleri karınca kaderince beraber yad edelim.
Sanırım sohbetimizin başlığından yola çıkmak bu bağlamda gayet yerinde bir ilk adım olacak:
- TRT’nin eğitici, öğretici, toplumu aydınlatıp bilinçlendirici kamu yayıncılığı yaptığı yıllardı. Dolayısıyla hayatımıza KDV ve satış fişi kavramlarının girdiği o dönemde bu konuya halkın ilgiye izlediği devlet televizyonu tarafından değinilmesi de kaçınılmazdı tabi ki. İşte bu amaçla üretilen görsel içeriklerden biz çocuklara (o zamanlar hepimizin ortak tanımı “ekranları başında bizleri izleyen küçükler” idi) hitap edeni, başrollerini ilkokul öğrencisi Erol ile mahallenin bakkal amcasının paylaştığı o unutulmaz “Bir Dakika!” skeciydi. İnternette kısa bir aramayla kolayca ulaşılabilecek bu eğlenceli ve isminin yarısıyla müsemma (zira, rating canavarının henüz ufuktan sökün etmediği o yıllarda skecin uzunluğu bol keseden yaklaşık iki dakikaydı) işbu skeçte; beyaz yakalığı tertemiz, siyah önlüğü pırıl pırıl, jilet gibi ütülü pantolonu tiril tiril bir vaziyette ve dolayısıyla bu yönüyle Cuma günü bayrak töreninden önce tüm okulun önüne çıkarılıp “örnek öğrenci” olarak parmakla gösterilmeye seza konumundaki Erol, okul dönüşü bakkala uğruyordu. Kendisini, mavi laboratuvar önlüğü ve içten gülümsemesiyle karşılayan bakkal amcaya başlığımızdaki siparişleri veriyordu. Alışveriş sırasındaki sevecen tutumuyla halkla ilişkilerde uzman olduğunu gösteren bakkal amca, aynı zamanda bilinçli bir vergi mükellefi de olduğunu ispatlamak istercesine alışveriş sonrasında da Erol’a kibarca fişini almasını hatırlatıyordu. Bizler de mesajımızı almış olmanın verdiği mutluluk ve huzurla Erol’un eve doğru gidişini ve skecin bitişini izliyorduk. Kendi adıma ben Erol’un meşhur cümlesinin çözümlemesini yapıp bambaşka sonuçlar da çıkarmıyor değildim tabi ki: “Bir kalem (Erol bir sözelci, üstelik kompozisyon notu pekiyi), bir pergel (ileride eşit ağırlıklı da olabileceğini düşünen Erol geometriyi görerek sayısalı da ihmal etmiyor), bir de çikolata alacağım” (e günün sonunda Erol çocuk; bir yerden sonra “Yemişim sözelini sayısalını” diyerek asıl yemek istediği şey olan çikolatadan da vazgeçemiyor!) KDV, fiş, Bir Dakika demişken, aynı konuya dair, Ali ve Ayşegül Atik çiftinin oynadığı “Bir Alışveriş, Bir Fiş” adlı bir başka unutulmaz skeci yad etmeyi de gönül borcu bilirim. Keza, uzak olmayan bir geçmişte yitirdiğimiz Ayşegül Hanım’ı rahmet ve hasretle anmayı da… Hiç kimse merhum sanatçımız kadar “Ay bu da burada kalmış!” ya da “Ben yapınca alışverişi, zaten alıyorum satış fişi!” diyemeyecek. Bu bağlamda, dilimize sonraki on yıllık süreçte girecek olan ve yukarıdaki sevimli repliklerle hiçbir alakası bulunmayan “Fişsiz kaça bırakırsın?” kalıbında yansımasını bulan toplumumuzun bazı konularda hallaç pamuğu gibi atıldığı hüzünlü süreci bambaşka bir sohbete bırakıyorum.
- Öte yandan dürüst olmak gerekirse “Bir Dakika!” tarzı, günümüzün kamu spotlarının manevî dedesi konumundaki işbu programlarda, bazen kantarın topuzunun kaçırıldığı da vaki olmuyor değildi. Böylesi kontrolsüzlük istisnaları sonucunda skeçlerin grotesk biçimde, uluslararası festivallerin yarışma kısımlarına Türk Sineması’nın adayı olarak gönderilmeye seza gerilim, güldürü ve hatta korku türünde kısa filmlere evrildiğine de şahit oluyorduk, Şükürler olsun ki Allah’tan bu çok sık olmuyordu. Lafın bu düğümünde değinilen işbu üç başat türe sırasıyla örnek vermek en doğrusu sanki:
- “Milletçe Kokuyoruz!” temalı insafsız bir skecin burada ayrıntısına girmemeyi tercih ettiğim bir takım görsel (ve hatta artık nasıl başardılarsa ekrandan izleyicilerin burnuna kadar nahoş kokular gerçekten yayılıyormuşçasına ıtrî) ögeleri benim diyen gerilim filminden daha rahatsız ediciydi.
- İlginç biçimde fonda çalan Alman tekno müziğinin verdiği diskotek coşkusuyla başlayan ve izleyicilerin bilinç altına, bilinç üstüne, id’ine, egosuna, süper egosuna ve cem-i cümle dağarcık alanlarına verginin önemine dair derin ve edilgen fikirler kazımaya adanmış bir skeç vardı ki, değme güldürü filmine taş çıkartır. Tabi ki kaçınılmaz olanı kadercilikle göğsünde yumuşatıp bir saatten sonra onun keyfine varmayla ilgili münasebetsiz laflara meze kara mizah alanında. Yurdun dört bir yanından kel alaka biçerdöver, trafo, yüksek gerilim hattı, köprünün yanı sıra (bakın buradan sonrasını yeminle söylüyorum!) kazıklı yollar, bu yolların kıyısına kurulmuş salatalık ve hatta acur seraları, devlet hastanesindeki üroloji polikliniğinde muayeneye hazır biçimde yüzükoyun uzanmış masum bir amcamız gibi görüntüler eşliğinde davudî bir ses bizlere artık dillere pelesenk olmuş “Ödediğiniz her kuruş vergi size yol, su, elektrik olarak geri dönecektir!” cümlesini bayramlarda jest ve mimikle şiir okuyan bir şahıs edasıyla söylüyordu. Bu ne subliminal mesaj kaygısıymış, ne alttan alta dalgasını geçmekmiş, ne gizli saklı Freud hayranlığıymış be birader, el insaf!
- Korku türünden örnekse biraz daha yakın tarihli, benden küçük yeğenlerimin gündüz kuşağında televizyon izlerken ilk kez arkama saklanmalarına neden olan meşhur ve menfur “İçinizdeki Trafik Canavarını Durdurun!” kampanyasının ürkütücü görüntüleriydi. Direksiyonun başına ilk geçtiğinde hafiften Ediz Hun’un gençliğini andıran skecin tertemiz yüzlü jönü, araç kullanırken bir anda zıvanadan çıkıyor ve akabinde suratı “Elm Sokağı’nda Kabus” filmlerinin seri katili Freddy Krueger’ın evden Çoko Prens almak için çıkıp kayıplara karışan kayıp ikiziymişçesine bir Cadılar Bayramı maskesini andırır hâle dönüşüyordu. Sözün özü, o dönemlerde milletçe atlattığımız badireler sadece Çelik’in ilk solo albümü ya da Emrah’ın Seren Serengilli asi gençlik filmlerinden ibaret değildi. Bakın tekrar düşündüm de verilmiş sadakamız varmış, hakikaten ucuz atlatmışız.
Aslında bu meyanda bahsedilecek çok konu var ama gelin görün ki yine TRT’nin sevimli bir klişesiyle ifade edersek “Bize ayrılan sürenin sonuna geldik.”
Aydın’da ferah feza, dört başı mamur muhabbet etmeye “bohçanın dört ucunu da açmak” denir. Görünen o ki biz bu sohbetimizde bohçanın sadece bir ucunu çözebildik.
Diğerlerini çözmeye kaldığımız yerden önümüzdeki yazımızda devam etmek dileğiyle,
Buckinghamshire’dan selamlar ve sevgiler herkese efendim.