İletişim: sakinoner@hotmail.com
12 Eylül öncesi cemaatlerin siyasete etkisi
Yazımda bu bölüme yer vermemin sebebi, 12 Eylül 1980’den sonra ülkücü camiada tarikatların ve dini cemaatlerin de etkisiyle İslâmi konularda meydana gelen ve bölünmeye kadar götüren farklı yaklaşımların kökenlerini ortaya koymaktır.
8-9 Şubat 1969 Adana Kongresi, Ülkücü Hareket’in fikri tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Bu kongre sonrasında, 1965’te Alparslan Türkeş’in lideri olduğu terazi amblemli Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin, hem adı hem amblemi değişmiş hem de fikriyatında önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Bu kongre sonrasında kongrede Bozkurt amblemini savunan ve çoğunluğu gençlerden oluşan Türkçü grup, partiden ya tamamen kopmuş ya da uzaklaşmıştır.
O tarihe kadar partinin ve yeni kurulan Ülkü Ocaklarının eğitim çalışmalarında seminer konusu olarak Türklük ve Türkçülük, Türk tarihi ve kültürü, Atatürk ve Cumhuriyet ile manevi değerlerimiz seçiliyordu. O tarihten sonra İslâmi söylemler ve konular, tasavvuf, İslâm tarihi, Peygamberimizin hayatı, ibadet ve itikada dair konular büyük ağırlık kazandı. “Kanımız aksa da zafer İslâm’ın”, “Türklük bedenimiz, İslâmiyet ruhumuz” ve “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslümanız” gibi sloganlar, yeni dönemin en önemli sloganları oldu.
Bu değişimin çeşitli sebepleri vardı. Birinci sebep, Türk siyasetinin şartları idi. Milletimizin büyük çoğunluğu muhafazakârdı. Bu durum Türk siyasetini de yakından etkiliyordu. İslâmi konulara ve dinî gruplara yakın duran partiler seçimlerde daha başarılı oluyorlardı. 1950-1960 yılları arasında iktidar olan Demokrat Parti, tek parti döneminde baskı altında tutulan bütün dinî grupların ve cemaatlerin siyasî desteğini alabilmek için önlerini açmıştı. O sayede on yıl ayakta kalmayı başardı. 27 Mayıs’tan sonra kurulan Adalet Partisi de Demokrat Parti’nin izinden giderek başta Nurculuk ve Süleymancılık olmak üzere bazı dinî cemaatlerin faaliyetlerini destekledi. Hatta zaman zaman bunlarla işbirliği yaptı. 1969 seçimleri öncesinde Nurcuların Avukatı Bekir Berk’in hazırladığı, Mustafa Polat’ın kaleme aldığı, Mehmet Kutlular’ın sahipliğini yaptığı Yeni Asya grubunun bastırdığı, Süleyman Demirel’in kardeşi Hacı Ali Demirel’in finanse ettiği söylenen, MHP ve Türkeş aleyhindeki “İslâmi Hareket ve Türkeş” kitabı bunun en somut göstergesidir. Bu kitap bütün Türkiye’nin dört bir yanında on binlerce adet dağıtıldı. Bu kitap, Nurcular’ın ilk siyasi kitabı sayılır.
1968’den sonra İslâmcı camianın oylarına Prof. Dr. Necmettin Erbakan da ortak oldu. Erbakan, öğrenciliğinden itibaren dindar biri idi ve Türkiye’de en yaygın tarikat olan Nakşibendi tarikatının İskenderpaşa Cemaatine bağlı idi. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Genel Sekreteri olan Necmettin Erbakan, bu dönemde, büyük sanayici ve tüccarlara karşı Anadolu tüccar ve küçük sanayicilerini savundu. Erbakan, 25 Mayıs 1969’da onların oylarıyla TOBB genel başkanlığına seçildi ama Adalet Partisi (AP) hükûmetinin TOBB seçimlerini iptal etmesiyle 8 Ağustos 1969’da başkanlıktan ayrılmak zorunda kaldı. 1969 seçimleri öncesi Adalet Partisi’ne (AP) milletvekili adayı olmak için başvurdu fakat Süleyman Demirel tarafından veto edildi. Erbakan’ın AP’ye yaptığı başvuruların veto edilmesi ve Odalar Birliğinden tasfiye edilmesinin esas gayesi, potansiyel bir siyasetin önünü tıkamak, İslâmcı kesimin oylarına yeni bir ortak çıkmasını önlemekti. Fakat bu engellemeler, süreci tıkamanın ötesinde hızlandırdı.
Erbakan, 1969 seçimleri yaklaştığı için yeni bir parti kuramadı. Çoğunluğu İTÜ’den öğrencisi olan bir grupla “Bağımsızlar Hareketi”ni başlattı. Kendisi de Konya’dan bağımsız milletvekili seçildi. Erbakan, yakın arkadaşları Hasan Aksay ve Süleyman Arif Emre’nin dâhil olduğu bir grubu, siyasi parti kurmak için icazet almak üzere İskenderpaşa Cemaatinin lideri Nakşibendi Şeyhi Mehmet Zahid Kotku’ya gönderdi. Abdülaziz Bekkine’nin 1952 yılında vefatı sonrası Gümüşhanevi Nakşibendiliği’nin lideri konumuna geçen Kotku’nun, partinin kuruluşuna olur vermesi, Nakşibendilerin bu partinin önemli dinamik unsuru haline gelmesine yol açtı. Kotku, partinin kuruluşu noktasında fikirlerini şu şekilde ifade etmiştir: “Sultan Abdülhamit Han’ın tahtan indirilmesinden sonra ülkenin yönetimi batı taklitçiliği yapan masonların eline geçmiştir. Bunlar bir azınlıktır. Milletimizi temsil edemezler, yönetimin milletimizin gerçek temsilcilerine geçmesi için çalışmanız kaçınılmaz bir tarihi vazifedir. Bu teşebbüse katılın ve eğer arkadaşlarınız istiyorsa bu işin başına geçin. Çalışmaya başlayın. Şimdiye kadar geç bile kalınmıştır.”
Erbakan bu icazetin alınmasından sonra 17 Ocak 1970’te de 17 arkadaşıyla Millî Nizam Partisi’ni (MNP) kurdu. Böylece MNP, siyaset hayatımızda İslamcı kimliği ile yerini aldı. Ayrıca MNP’nin kuruluşunda Tevfik Paksu ve Hüsamettin Akmumcu gibi Nur cemaatine mensup siyasetçiler de yer aldılar. Kuruluşunun öncesinde ve sonrasında MNP’ye destek veren isimlerden biri de, Türk sağının edebiyat ve fikir adamlarından Necip Fazıl Kısakürek’tir. Kısakürek öncelikle, “Bağımsızlar (Müstakiller) Hareketi” adına “Mukaddesatçı Türk’e Beyanname”sini kaleme almış; Erbakan’ı desteklemek için 1969 seçimlerinde “İmanlı Büyük Türkiye” mitingi için Konya’ya gitmiş ve bir konuşma yapmıştır.
İşte 1969’a kadar siyasi yelpazede sadece Türk Milliyetçiliğini temsil eden Milliyetçi Hareket Partisi’nin fikriyatında İslâmi bir açılım yapmasında Türk siyasetindeki bu gelişmelerin büyük etkisi olmuştur. Bu süreçte Ahmet Er, Osman Yüksel Serdengeçti, Faruk Akkülah, Mehmet Altınsoy ve İsmail Hakkı Yılanlıoğlu gibi MHP yöneticilerinin de etkisi olmuştur.
Türkiye’nin sosyolojik yapısını incelediğimizde, özellikle Orta Anadolu, Karadeniz, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşayan insanlarımız daha muhafazakâr; Akdeniz, Ege ve Marmara bölgelerinde yaşayan insanlarımız ise daha sekülerdir. MHP’nin seçmen kitlesinin ve gençliğinin çoğunluğunun Orta Anadolu, Karadeniz, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinden olmasının da, partinin bu İslâmi açılımı yapmasında ikinci etken olduğunu düşünüyorum.
Özellikle MHP’nin ülkücü gençliğinin dinî ve tasavvufî eğilimlere yönelmesinde o tarihlerde sol terör örgütlerinin ülkücülerin şehadetiyle sonuçlanan silahlı eylemlerinin şiddetini arttırmasının da büyük etkisi olmuştur. Ülkücü Hareket ilk şehidini 04.01.1968 tarihinde Ankara’da İlahiyat Fakültesi öğrencisi Ruhi Kılıçkıran ile vermiştir. Daha sonra 21.03.1970’de Süleyman Özmen, 08.06.1970’de Yusuf İmamoğlu ve 23.11.1970’de Dursun Önkuzu sol militanlarca şehit edilmiştir. Her an ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalan ülkücü gençlikte, maneviyata karşı bir yöneliş, tasavvufî eğilimler ve metafizik düşünce ağırlık kazanmıştır. Bu yöneliş o tarihlerde “Türk-İslâm Sentezi” adıyla ifade ediliyordu. 1970’li yılların ortalarında değerli eğitimci ve fikir adamı Seyyid Ahmet Arvasi, bu ifadenin yanlış olduğunu, birbirine zıt unsurlar arasında sentez olabileceğini, hâlbuki soy ve dinin birbirinin zıddı değil, bütünleştiricisi olduğunu ifade etmiştir. Bu yüzden ülkücü gençliğin savunmasını ve mücadelesini yaptığı fikrin “Türk-İslâm Ülküsü” olarak ifade edilmesinin daha uygun olacağını söylemiştir.
Ülkücülerin tasavvuf konusundaki yönelişlerini, ülkücü gazeteci, yazar, senarist merhum Ömer Lütfi Mete Yeni Düşünce gazetesinde 18 Mayıs 1990-1 Haziran 1990 tarihleri arasında yayımlanan “Tasavvuf ve Aksiyon-1” başlıklı değerlendirme yazısında şöyle açıklamıştır: “Ülkücü hareket tabanında tasavvufa, “tasavvuf heyecanına” ilginin 1970’lerin sonlarında yoğunlaşmasında “ölümle burun buruna olan genç insanın gönül huzuru arayışı, önemli bir faktör olarak rol oynamıştır.”
12 Eylül 1980 öncesinde Nurcuların “Yazıcılar” grubu MHP’ye bir karşı duruş sergilerken, “Okuyucular” grubunun etkili olduğu Isparta, Kastamonu, Elazığ’daki Nurcular MHP’ye tam destek vermişler, Ankara, Adana, Yozgat gibi illerde de bir grup Nurcu MHP’ye yakın durmuşlardır. Diğer yandan Gümüşhanevî Dergâhı olarak bilinen İstanbul odaklı tasavvuf ekolünün Samsun yetkilisi Hacı Mustafa Bağışlayıcı, bütün MHP kurultaylarında ve MHP etkinliklerinde yer almıştır.
“Menzil’e akın akın”
Yağmur Tunalı’nın “Kavga Günleri 1968-1980” isimli anı kitabında 1980’lere gelinirken ülkücü harekette ortaya çıkan dindarlaşma eğilimlerini anlatırken “Menzil’e Akın Akın” başlığı altında şunları ifade etmiştir;
“(…) Bir başka planda, Nâmık Kemâl Zeybek Bey, bu değişmenin altyapısını hazırlıyordu. Bir “Menzil merakı ve heyecanı” bütün teşkilatı sarmıştı. Menzilde bulunan Şeyh Râşid Efendi, neredeyse hareketimizin manevî önderi olmuştu. Muhsin Başkan da Menzil’i önemseyenlerdendi. Sıra sıra otobüsler Adıyaman yolunda ilerlerken, içlerinde taşıdıkları ülkücüler, Yesevi rûhuna uyandırıldıkları düşüncesinde yeni bir heyecana kanatlanıyorlardı. Yesevî çizgisinin ne olduğunu bilen yoktu. O, bir slogandı. Her kapıyı açan bir çilingirdi. Artık, hareketin yörüngesi değişiyordu. Hanefî-Mâtüridî çizgisindeki bin yıllık Türk inanışının yerini, bir bakıma Şâfiî-Eş’ârî çizgisindeki yeni bir şekillenme alıyordu. Necip Fâzıl’la hızlanan sürece bizimkiler de katılmıştı. Bunu konuşan yoktu. Anlayan da galiba çok az ve sesi kısıktı. Ben de o anlayanlar arasında sayılmazdım. Ancak, dinî cemaatlere ve cami adamlarına yakın olduğum için, üslûbu iyi tanıyordum. Bu gidişin Erbakan Hoca’ya yarayacağını çok söylediğimi hatırlıyorum. Bu kadarını anlamıştım. Doğuda, şekillenen din anlayışlarının, Cumhuriyetle yaptığımız dini dışlama neticesini veren hatalar dolayısıyla doğan boşluğu doldurmakta olduğunu da görüyordum.”
Tunalı’nın “Menzilde bulunan Şeyh Râşid Efendi, neredeyse hareketimizin manevî önderi olmuştu” ifadesi biraz abartılı olmuştur. 1965-1980 yılları arasında hareketin tek lideri Türkeş’ti. Fakat birçok ülkücünün 1978’lerden itibaren Menzil dergâhına intisap ettiği ve sık sık bu dergâhı ziyaret ettikleri biliniyordu. Bunlar içinde ülkücü gazeteciler, bürokratlar, eğitimciler ve gençlik liderleri vardı. Menzil ile bu ilişkinin kurulmasında, Namık Kemal Zeybek ve Ahmet Er yönlendirici olmuşlar ve ilişkiden en çok Muhsin Yazıcıoğlu ve çevresi etkilenmişlerdir. Bu yakınlaşmanın temelleri, 1978 yılında Ülkü Ocakları Derneği (ÜOD)’nin resmi yayın organı olarak beş sayı yayımlanan Nizam-ı Âlem dergisiyle atılmıştı. O tarihlerde ben de Hergün gazetesinde görevliydim. Bütün gelişmelerden haberdardım.
MHP’de, 1979-1980 yıllarında partinin hedefi açıklanırken, “Nizâm-ı Âlem (dünyaya nizâm verme) ve İ’lây-ı Kelimetullah” (Allah’ın sözünü yüceltme) ifadeleri de kullanılmaya başlandı. “Kanımız aksa da zafer İslâm’ın” sloganı, en çok kullanılan sloganlardan biri haline geldi.
12 Eylül sonrası cemaatlerin Ülkücü devşirme merakı
12 Eylül 1980 Darbesi, MHP’liler ve ülkücü gençlik üzerinde şok etkisi yarattı. MHP ve Ülkücü gençlik, Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kollamayı bir görev olarak benimsemiş ve Türkiye’nin komünist bir ülke olmaması için solun bütün fraksiyonlarına karşı savaş açmıştı. Beş bin civarında şehit vermişler fakat solun da ülke kaderinde söz sahibi olmasını engellemişlerdi. Bunun için devletten bir takdir beklemiyorlardı. Fakat devletin bundan dolayı cezalandırmasını da beklemiyorlardı. Maalesef darbeyi gerçekleştiren Türk Silahlı Kuvvetleri, ülkücüleri solcularla aynı kefeye koymuş, hatta MHP ve ülkücü gençliğin lider kadrolarını da tutuklayarak solculardan daha fazla mağdur etmişlerdi. Yazımızın bundan önceki bölümlerinde “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası”nda MHP lider kadrosuna ve ülkücülere yapılan insanlık dışı muameleler ve işkenceler hakkında bilgi vermiştik.
12 Eylül’de solcuları ve ülkücüleri hapislere dolduran 12 Eylül yönetimi, tarikatlara ve cemaatlere hoşgörü ile yaklaştı, önlerini açtı. İlk günlerde kendilerini gizleyen bu dini gruplar, bir zaman sonra saklandıkları ortamlardan birer birer çıkmaya başladılar. Tarikatlar, 12 Eylül yönetimiyle işbirliği içerisinde, Başbuğsuz kalan ülkücü hareketin millî ve manevî konularda kendini yetiştirmiş eğitimli ülkücülerini kendi saflarına çekmek için her yöntemi denemeye başladılar. Özellikle 1960’lı yılların ortalarında İzmir’de başlayan ve 12 Eylül’e kadar bölgesel bir hareket halinde kalan Fethullah Gülen Hareketi, o tarihten sonra Türkiye’ye açıldı.
1981 yılında İstanbul’a gelen Fethullahçıların görevlileri, öncelikle ülkücü şehitlerin çocuklarını okutacaklarını, bu konuda yardımcı olunmasını istediler. Bu konuda bana da geldiler ama kendilerine hiçbir ülkücü şehit ailesinin ve çocuğunun ismini vermedim. Lakin daha sonraki süreçte hapse girmeyen yetişmiş birçok ülkücü serbest meslek mensubunu ve memuru devşirmeyi başardılar. Gördük ki, Fethullahçılar ya elemanlarını kendileri küçük yaştan yetiştiriyor ya da yetişmiş olanları çeşitli yöntemlerle devşiriyorlardı.
Menzil Şeyhi Raşit Erol ile 12 Eylül yönetimi arasında sıcak bir diyalog vardı. 12 Eylül öncesinde Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarını müritleri arasına katmayı başaran Menzil tarikatı, 1981 yılına gelindiğinde askerî yönetimin desteğiyle MHP içerisinde ağırlığını hissettirmeye başladı. Tarikatın askerî yönetim ile kurduğu diyalog, kısa süre içerisinde siyasi ve ekonomik ranta dönüşmeye başladı. Menzil tarikatı, özellikle hapishanelere düşen, inandığı değerler uğrunda ölümü gözen alan ülkücülerle ilişkilerini arttırarak devam ettirdi. Mamak ve diğer hapishanelerde yatan ülkücülere “Menzil tarikatı şeyhi mi Başbuğ mu öl derse ölürsünüz?” diye soruyorlardı. “Başbuğ öl dese ölürüm” diyenleri dışlıyor, “Şeyhim öl dese ölürüm” diyenlere sahip çıkıyorlardı..
Tarikatların ve cemaatlerin ülkücüler üzerindeki çalışmaları, ülkücüler hapisten çıktıktan sonra da devam etti. Menzilcilerin faaliyetleri daha çok Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının etrafında yoğunlaşırken, Fethullahçıların faaliyetleri yurt genelinde yetişmiş ülkücülere yönelikti. 1983 Seçimlerinden sonra iktidara gelen Anavatan Partisi de MHP tabanından büyük destek gördü ve bürokraside ülkücü hareketin yetişmiş kadrolarından istifade etti. Çok sayıda 12 Eylül öncesinin ülkücü gençlik lideri ANAP’tan milletvekili oldu. 12 Eylül’den önce devleti komünistleştirme faaliyetlerine karşı müdafaa eden ülkücüler, şimdi de devret kadrolarının millîleşme sürecinde görev aldılar. Fakat bürokrasinin müsteşar, genel müdür gibi üst kadrolarında değil daha çok memur, şube müdürü gibi alt kadrolarında değerlendirildiler. Gerek tarikatların, gerekse siyasetin sadece ülkücülerden eleman devşirmesinin tek sebebi, o tarihte yetişmiş başka bir kadronun bulunmamasındandı. Bu duruma 2002’de iktidara gelen AKP’nin, kendi yetişmiş kadroları olmadığı için Fethullahçı kadrolardan yararlanmasında da tanık olduk.
(Devam edecek)
NOT: Rahmetli MHP Genel Başkanı Başbuğ Alparslan Türkeş ile ilgili yazı dizimin bu bölümü ile ilgili yanlış anlamaları önlemek için aşağıdaki açıklamayı yapmak zarureti hissettim.
1969 Adana Kongresinden sonra MHP İslami ağırlıklı Türk Milliyetçiliği benimsenmiştir. Bir dönem Türk-İslam Sentezi adı denilen bu düşünce sistemine, 1970’li yılların ortalarına doğru büyük fikir adamı S. Ahmet Arvasi’nin yönlendirilmesiyle Türk-İslam Ülküsü adı verilmiştir. Cemaatler MHP’ye ciddi destek olmamıştır.
Sadece Nurcuların küçük bir grubu ile bazı dini kanaat önderleri bireysel olarak MHP’ye destek olmuşlardır.
12 Eylül 1980’e kadar Nurcuların büyük çoğunluğu ile Süleymancılar Adalet Partisini, Nakşibendilerin büyük çoğunluğu Milli Nizam Partisini desteklemiştir. Ülkücülerin cemaatlerle ilişkisi 1970’li yılların sonlarında bir grubun Menzil’e ziyaretlerle başlamıştır. Durum bundan ibarettir. Bilgilerinize sunuyorum.